(KâTİP) BARTİL BEY
(Tek Perdelik Oyun)
Herman Melville’in “Bartleby, The Scrivener / Kâtip Bartleby”
adlı uzun öyküsünden çevirip uyarlayarak oyunlaştıran:
Yusuf Eradam
Oyun Kişileri: (Yönetmenin yorumuna göre, karakterlerin hepsi erkek, hepsi kadın, bir kısmı erkek, bir kısmı kadın olabilir.)
Noter-Anlatıcı (ismi yok, 60lı yaşlarında)
Kâtip Bartil Bey /(25) (Kâtip sözcüğündeki gibi şapkalı olabilir)
Hindi (50 yaşlarında)
Cımbız (20-30 yaş arası)
Zencefil (12-17 yaş arası olabilir)
2 Hamal
Mal sahibinin Avukatı
Mal sahibi
2 Polis memuru
Kayıntıcı Gardiyan
2inci Gardiyan
(Gerekirse, az repliği bulunan oyun kişilerinin sayısı azaltılabilir ya da aynı oyuncu oynayabilir. Y.E.)
(Perde açılmadan önce anlatıcı Noter sahnededir, perdenin önüne gelir ve seyirciye konuşur.)
Noter: Ben, gördüğünüz gibi, yaşını başını almış bir adamım. Noterim efendim ben, yazıhanem İstiklâl Caddesi’nde. (Duraksar, düşünür…) İnsan ırmağıdır İstiklâl. Günün her saatinde kalabalıktır, hele hele geceleri, hafta sonları iğne atsanız yere düşmez. Son otuz yılda, mesleğim icabı nev-i şahıslarına münhasır birçok insanla hiç de sıradan sayılmayacak bağlantılarım oldu, ama bildiğim kadarı ile de onların adını hiç kimse anmaz, anmamıştır.
(Döner, arkasındaki yarı şeffaf perde ardındaki kâtiplere/memurlara bakar; kâtipler başlarını kaldırıp Noter’e bakarlar, bize mi dedin ifadesiyle. Noter, sağ eliyle, yüzünü buruşturup “işinize dönün”anlamına gelen bir hareket yapar. Yeniden seyirciye döner.)
Hukuk metinlerini kopyalayan/çoğaltan memurlardan ya da kâtiplerden söz ediyorum. Malumunuzdur, işim gereği ya da özel nedenlerden dolayı birçoğunu tanıdım. Bu yüzden, canım istese, halim selim beyleri gülümsetecek, narin ve hassas canları da gözyaşınlarına gark edecek sayısız hikâye anlatabilirim. Ama bizim Kâtip’in hayatından birkaç bölümü başka yazıcıların hayat öykülerinin tamamına değişmem.
Ben Bartil Çelebi gibi tuhafını ne gördüm ne duydum. Öteki kâtiplerin bütün hayatını yazabilirim; gel gör ki Bartil Çelebi için böyle bir şey yapılamaz, mümkün değil. Bana göre, bu adamın şöyle dolu dolu, tatminkâr bir biyografisini yazmak için elde hiç ama hiç bir şey yok. Bu da, edebiyat için telafisi mümkün olmayan bir kayıp. Bartil Bey, böyle biriydi işte… hakkında kesinkes hiçbir şey bilemeyeceğimiz insanlardan. Gerçek kaynaklara başvurulsa belki, ama söz konusu Bartil Bey olunca bu kaynaklar da yetersiz. Hayretten yuvalarından dışarı uğramış şu gözlerimin gördüğü Bartil Bey’i size nasıl anlatsam? (Şapkasını hafifçe kaldırıp, kafasını kaşır.)
İşin aslına bakacak olursanız, onun hakkında benim bildiklerim de şimdi anlatacaklarımdan ibaret, belli belirsiz şeyler, anlayacağınız.
(Perde açılır/kalkar. Anlatıcı Noter, kâtiplerin çalıştığı salona girer. Hindi, Cımbız ve Zencefil yerlerinde oturmuş anlatıcı Noter’i izlemektedirler.)
Noter: (seyirciye) Bu kâtibi size tanıtmadan önce kendimden, emrimde çalışan elemanlarımdan, işimden, iş yerimden ve çevresinden söz etmezsem olmaz; hikâyemizin birazdan tanıtacağım kahramanını doğru anlayabilmeniz için bu şart.
Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben gençliğimden beri ekmek elden su gölden bir hayatın en iyi hayat olduğuna inandım. Kimi zaman, insanın elini ayağına dolandıracak kadar enerjik olmasını gerektiren, sinir bozuculuğu ile de dillere destan bir meslekten olsam bile, huzurumun kaçmasına göz yummayışım bundandır. Ben, hırs nedir bilmem, öyle mahkemelerde konuşma falan yapan avukatlardan olmadım, alkış da toplamak istemem. Köşeme çekilmişim, usul usul zenginlerin tahvilleri, ipotekleri, tapularıyla uğraşıyorum, kendi halimdeyim, başım ağrımıyor.
Herkes beni ayağını yere sağlam basan biri diye bilir. Allah rahmet eylesin, şairane heveslere karnı tok bir zat-ı muhterem, şu ünlü işadamımız Cabbar Celil Akçebasan da benim başta gelen meziyetimin ihtiyatlılık olduğunu telaffuz etmekten çekinmezdi; ikincisi de yöntemli oluşummuş. Böbürleniyorum sanmayın ama rahmetlik, iş adamı Sayın Akçebasan bana çok sık danışırdı, beni işsiz koymazdı, gerçek bu, inkâr edemem. Ondan söz etmek hoşuma gidiyor, çünkü iş adamı sözcüğünün telaffuzunda (bıyık altından gülümseyerek) işşşadamı … altın akçelerin şıngırtısı var sanki. Şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki merhum işşşşadamımızın o nadide fikirlerini hep önemsemişimdir. (“Bizim ortanca hanım da benim fikirlerimi çok beğenir, beni yakışıklı bulur.”*
*Yönetmene not: Benzer güncel ekler yapılabilir oyuna. (Y.E.)
Bartil Bey ile karşılaşmadan önce işlerim tıkırındaydı. Her ne kadar şimdi lağvedilmiş de olsa, İstanbul İli Mühürdarlığı görevi benim gibi tecrübeli bir Notere tevdi edilmişti. Çetin bir iş değildi bu, ama kazancım hiç de fena sayılmazdı. Benim asabım nadiren bozulur, haksızlığa ve hakarete uğradığımda ise çok daha nadiren öfkelenmek gafletinde bulunurum ama müsaade buyurursanız, şimdi burada kendimi tutmayacağım ve açıkça ilan edeceğim gibi, Anayasa ile Mühürdarlığın aniden ve zorbaca lağvedilmesi bence… Yok, yok hiç zamanı değildi; ben, elde edilen kârdan bana ömür boyu kalacak icarı hesaplarken, elime geçe geçe ancak birkaç yılın geliri geçmesin mi? Aklıma gelmişken söyleyeyim dedim.
Yazıhanem, İstiklâl Caddesi’nde… Efendim? Onu demiş miydim? Hani belediye reisinin şu çok katlı lokantası var ya, onun karşı sokağındaki bir binanın ikinci katında. Odaların bir ucu binayı tepeden aşağı yaran ferah mı ferah aydınlığın beyaz duvarına bakar. (Beyaz duvar ışıtılır.) Bu görüntünün iç karartıcı olduğunu ya da manzara ressamlarının ‘hayat’ dedikleri şeyden yoksun olduğunu düşünebilirsiniz.
Öyle ya da değil, yazıhanenin öteki ucunun sunduğu manzara çok daha kötü. Bu yöndeki pencereler hiç güneş görmez ve çok uzun yılların kararttığı kallavî bir tuğla duvara bakar. Bu duvarın gizli güzelliklerini ortaya çıkarmak için dürbün gerekmez; çünkü miyopların şansına bu duvar, pencere pervazlarımızdan sadece bir metre kadar uzakta. Çevremizdeki binaların çok yüksek oluşları ve buna karşılık benim yazıhanemin sadece ikinci katta olması yüzünden, bu duvarla yazıhane arasındaki boşluk, devasa bir dörtgen sarnıca benzer.*
*Yönetmene Not: Bu imge oyunun finalinde umutsuzluğun dipsiz kuyusu gibi görselleşsin. (Y.E.)
Bartil Çelebi henüz ortaya çıkmamıştı; emrimde iki yazıcı ile umut vaat eden bir odacı çocuk çalışıyordu.
İlki Hindi; (Hindi ayağa kalkar, seyirciyi selamlar), ikincisi Cımbız (Cımbız, ayağa kalkmaz, usulca ve gergin başını kaldırır bakar), üçüncüsü de Zencefil (12 yaşındaki Zencefil zıpkın gibi ayağa kalkar, kucağından yere fıstıklar dökülür, aval aval etrafa bakar.)
Bu isimler rehberde bulunabilecek gibi değil, di mi?. Aslına bakacak olursanız bunlar, adamlarımın birbirlerine taktığı lâkaplar ve tipleri ya da karakterleri hakkında bir şeyler söylüyor. (Adamlarının hepsi birden başlarını kaldırır ve yüzlerini ekşiterek Noter’e bakarlar, “amaan, ne lüzumsuzca konuşuyor bu adam,” der gibi.)
Hindi! (Işık Hindi’nin yüzünü aydınlatır, Hindi biraz öne gelir, Noter’in kafasından, onun isteksizliğine aldırmadan şapkasını alır, kendi kafasına geçirir ve Noter’i taklit ederek anlatır kendisini, konuşma tarzında, mimik ve jestlerinde Noter fırsat buldukça onu böyle tanıtır iması hep vardır ):
Hindi (kendini tanıtır): Hemen hemen benim yaşımda, yani altmışına merdiven dayamış, kısa boylu ve tıknefes bir Konyalı’dır kendisi. Sabahları, Allah sizi inandırsın, yüzü ateş basmış gibi ışıldar. Ama öğlen oldu mu –ki muhteremin yemek saati gelmiştir– teni çakmaktaş gibi parlar. Akşamın altısına doğru bu ışıltı yavaş yavaş yok olur, o saatten sonra bu yüzün sahibini ara ki bulasın. Bu yüz, sanırsınız ki güneşle birlikte boylam kazanıyor, güneş gibi doğuyor, öğlen yüksekliğine ulaşıp gene onunla batıyor, ertesi gün de aynı düzen ve bitmez tükenmez görkemiyle yeniden görünüyor.
Hindi’nin al al olmuş yüzünün nur saçmaya başladığı anda, evet işte tam o dönüm noktasında, anlıyorum ki adamın çalışma gücü bir sonraki yirmi dört saat için ciddi bir şekilde azalacak. Öğleden sonraları işten kaytaran ya da burnunun dikine giden birisi olduğundan değil bu; bununla hiç ilgisi yok. Asıl sorun, onun fazlasıyla enerjik olması. Her işini dellenmiş gibi, iki ayağı bir pabuçtaymış ya da maymun iştahlıymış gibi pervasızca yapar. (seyirciye eğilerek) Bah bah, pervasızcaymış … cık … nereden bulur bu lafları guzum. (Yine Noter oymuş gibi konuşmayı sürdürmek ister fakat…)
Noter: (Hindiyi usulca yerine yönlendirerek sözü ondan geri alır) Mürekkep hokkasına kalemini daldırırken bile tedbirsizlik eder. (Hindi, sakarlığını göstererek çalışır.) Evrakımın üstünde bıraktığı lekelerin hepsi de öğle saatinden sonra olur. (Hindi şaşkınlıkla ağzını açar.) Doğrusunu söylemek gerekirse, öğleden sonraları sadece dikkatsizlik ve mürekkep damlatmaktan da ileri gider, bir patırtı koparır. Böyle zamanlarda da, sanki üzerine kömür atılmış kok alevi gibi korlaşır. Koltuğunu hiç durmadan gıcırdatır, kalemlerini onarayım derken paramparça eder, sonra da ani bir öfkeyle yere çalar, ardından da ayağa dikilip masasının üzerine eğilir ve onun yaşındaki bir adama hiç de yakışmayan bir tavırla kâğıtlarını yumruklar, (Hindi, bunları talimat almış gibi bir bir yapar. Bazen cümle aleme rezil oldu diye üzgün, bazen kızgın, bazen de “E, sen ucuz malzeme alıyorsan ben n’apiym?” anlamına gelen beden diliyle…)
Üzülüyorum tabii. Yine de, birçok yönden benim için değeri tartışılmaz biridir ve de öğlen on ikiden önce en hızlı, üstelik en özenli elemanımdır, bir sürü işin üstesinden eşi bulunmaz bir ustalıkla gelir, evet bu yüzden işte, çatlaklıklarını görmezden gelmeyi yeğlerim; gerçi ara sıra onu paylamıyor da değilim hani. Ama bunu da kibarlıkla yaparım, çünkü sabahları öyle efendi, öyle mülayim ve de saygıda hiç mi hiç kusur etmeyen bu adam, öğleden sonraları, damarına basılmaya görsün hele bir, diken dilli, birine beş alnına taş, küstah mı küstah biri olup çıkar. Sabahları çıkardığı işi beğendiğim ve onu yitirmek istemediğimden pek ses etmem, on ikiden sonraki taşkın hal ve tavırlarından da rahatsız olduğum halde susarım, ha bir de… huzuruma da düşkünüm ya, uyarılarıma ters karşılıklar alırım diye de çekiniyorum. (Buraya kadar hakkında söylenenler sırasında, Hindi çeşitli duyguları beden diliyle sergileyecektir kuşkusuz. Hem övgü, hem yergi içeren bu tanıtımdan şaşkın ve verdiği tepkilerden bitap bakakalmışken…)
Bir cumartesi öğle vakti (özellikle bir iki seyirciye yan yan fısıldar gibi yaparak) cumartesileri beter mi beter olur, ona kibarca yaklaşıp artık yaşlanmakta olduğundan dem vurarak çalışma saatlerini kısaltmasının daha uygun düşeceğini söyledim (Hindi başını kaldırır, sanki Noter ikisinin arasındaki bir sırrı anlatıyormuş gibi yüzünü buruşturur). Kısacası öğlenin on ikisinde, yani yemeğini yedikten sonra, büroya gelmesinin gerekmediğini, onun yerine evine gidip çay saatine kadar istirahate çekilmesini önerdim. Ama hayır; öğleden sonra da çalışmakta kararlıydı. Dayanılacak gibi değildi ama alı al, moru mor geçti karşıma, odanın öteki ucundan belagat ustası olduğunu da göstermek ister gibi, elindeki cetveli sallaya sallaya konuşmaya başlamaz mı?
(Işık değişir, geçmişe döneriz.)
Hindi: (Az önce Noter’in anlattığı gibi efelenerek) Nasıl oluyo da hizmetlerim sabahleyin işe yarıyo ama her nasılsa öğleden sonraları ben olmasam da olabiliyooo?
Noter: (Işık eski haline gelir, Noter şaşkındır, seyirciye) Gördünüz. Nasıl oluyormuş da sabahleyin hizmetleri işe yarıyormuş da öğleden sonraları o olmasa bile nasıl idare ediyormuşuz? Bak bak!
Hindi: (yumuşamış bir ses tonu ve vurgu değişikliği ile) Efendim, “Nasıl oluyor da sabahleyin hizmetlerim işe yarıyor ama öğleden sonraları ben olmasam da oluyor?” dedim ben, ekleme yapmayın… (ışık geçmişe döner) Afedersiniz efendim ama… ben sizin sağ kolunuzum, sabahleyin birliklerimi denetler, onlara çekidüzen veririm; ama öğleden sonraları onların başına geçip babayiğitçe düşmana saldırırım, işte böyle!” (Hindi elindeki cetveli kılıçmış gibi sallayarak bir eskrim hamlesi yapar). Hah!
Noter: Ya lekeler Hindi! (izleyiciye döner) İşe bak, sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi çıkışıyorum ben de.
Hindi: Doğru, affedersiniz efendim ama şu saçlara bakın! Ben de yaşlanıyorum tabii. Efendim, takdir edersiniz ki, sıcak bir öğle sonrasında gelen bir iki lekenin (evraktaki lekeleri gösterir) hesabını kırlaşmış saçlarımdan sormak yanlış olur. Yaşlılık, evrakı lekelese de, onurludur. Afedersiniz efendim ama, ikimiz de yaşlanıyoruz.
Noter: (seyirciye) Cana yakınlık damarıma basan bu istirham…(seyircinin istirham’ın anlamını bilmediğini anlamış gibi duraksar)… bu istirham, bu ‘merhamet dilenme’ hali karşı konulacak gibi değildi. Ne olursa olsun işini terk etmeyeceğini anladım. Bu yüzden, fikrimi değiştirip işinde kalmasına göz yumdum, pek önemli olmayan evrakla o ilgilensin dedim, ne yapayım?. (Hindi, yerine oturur, işine dalar.)
Listemdeki ikinci kişi, yani Cımbız (ışık Cımbız üstüne), yirmi beş yaşlarında, bıyıklı ve yanağı sakallı, soluk benizli ve genel görünüşü itibarı ile korsanlara benzeyen bir genç. Kanaatime göre iki illetin kurbanı o: Hırs ve hazımsızlık. Bir yazıcının yükümlü olduğu yasal bazı belgeleri kaleme almak gibi sıradan bir işe tahammül edemeyişi ve tamamı ile meslek bilgisi gerektiren kimi işlerde haddini aşması ilkini, yani hırsını ele veriyor. (Cımbız, Noter’e ters ters bakar). Hazımsızlığını ise nasıl belli eder biliyor musunuz? Ara sıra ortaya çıkan asabî halleri, (Cımbız, öf pöf ederek önündeki evraka hiddetlenir) insanı rahatsız eden sırıtışları ile (Cımbız sırıtır ya da bıyık altından gülümser), metinleri temize çekerken hata yaptığında dişlerini gıcırdatması ile (diş gıcırdatma sesi duyulur), işler kızıştığında ise, küfürlerini anlaşılır bir şekilde savurmak yerine dişlerinin arasından çıkarması ile (Cımbız, dişleri arasından homurdanır) ve de çalıştığı masanın yüksekliğinden hiçbir zaman hoşnut olmayışı ile. (Cımbız, masasına bir türlü sığamıyormuş, rahat çalışamıyormuş gibidir.)
Cımbız, el işlerinden anladığı halde, bu masayı kendine uygun ayarlayamaz bir türlü. Masanın ayaklarının altına bir sürü küçük parça, kontrplak, karton koyar. (Cımbız, bunu yapar.) Neler denemez ki! Hatta ince bir ayar yapmak için elindeki son kurutma kâğıtlarını katlayıp kullanır. Gel gör ki hiçbiri işe yaramaz. Sırtını rahatlatmak için masanın kapağını çenesine kadar geniş bir açıda yükseltip (Cımbız bunu da yapar.) yazar bir süre, ama bu sefer de kollarının kan dolaşımından nasibini almadığından yakınır. (Cımbız, kan deveranı olsun istermiş gibi, kollarını silkeler.) Masanın yüzeyini bel hizasına kadar indirince de, yazarken iki büklüm olur ya, bu da sırtında ağrılara yol açar.
(Cımbız, söyleneni yapar, sırtı ağrıyormuş gibi acı ile doğrulur.)
(Noter’i taklit ederek bu kez Cımbız kendisini anlatır, Noter’i tiye alan üslubu ile…)
Cımbız: Velhasıl, Cımbız ne istediğini bilmez. Ya da, istediği bir şey varsa, o da yazıcı masasından hepten kurtulmaktır. Adliye koridorlarına da işi düşüyor ve Silivri’ye de yabancı değil. Bir gün büroma onu görmeye gelen ve de “Müşterisiyim ben onun” derken havasından geçilmeyen bir tipin aslında bir tahsildar, adamın elindekinin de Cımbız’ın iddia ettiği gibi tapu senedi değil de fatura olduğunu anladım, anlamam mı? Fakat bütün hatalarına ve başıma ördüğü çoraplara karşın Cımbız da vatandaşı Hindi gibi işime çok yarayan biri; çok temiz ve süratli yazar, istedi mi de bir beyefendi gibi davranabiliyor. Üstelik bir beyefendi gibi giyiniyor. Bu da ister istemez büromun itibarını artırıyor. (Bu sırada Cımbız, manken edası ile tek elini pantolon cebine sokmuş, tek kaş havada kibirli kibirli onu dinlemektedir.)
Oysa Hindi öyle mi? (Cımbız, bıyık altından gülerek, hıh dermiş gibi yapar ve yerine oturur)
Noter: (Cımbız’ın alaycı tavrına kızmış gibi yapar, devam eder tanıtıma) Oysa Hindi öyle mi ya? Beni utandırmasın diye ne yapacağımı şaşırırım. Giysileri hep yağlıymış gibi durur ve aşevi kokar. Yazın ise çuval gibi bol pantolonlar giyer. Ceketi iğrençtir, şapkasına da el sürmek istemezsiniz. Şapka pek umurumda değil de, kurallara uyan bir İngiliz kâhyaya özgü -hani Anthony Hopkins falan gibi- uygar tavırları ve inceliğiyle odaya girer girmez şapkasını çıkarır; ama o ceketleri yok mu, o ceketleri, bir âlemdir onun ceketleri.
Cımbız: (sırıtır) Âlem de laf mı?
(Bu sırada Hindi ezildikçe eziliyormuş gibidir, biraz da sinirli.)
Noter: Ceketleri hakkında onunla konuşmaya çalıştım, ama nafile. Aslına bakacak olursanız, böyle düşük gelirli birisi hem pırıl pırıl bir yüze hem de pırıl pırıl bir cekete aynı anda sahip olamaz, haksızlık etmeyeyim. Cımbız’ın da bir seferinde gözünden kaçmamıştı, Hindi’nin bütün parası kırmızı mürekkebe gidiyor. Bir kış günü, son derece havalı, içi astarlı, insanı çok sıcak tutan ve dizden yakasına kadar düğmeli, onu saygın gösterecek gri bir ceket armağan ettim ona. Bilen bilir, gri gerçeğini rengidir. Hindi’nin bu iyiliğimin altında kalmayacağını ve öğleden sonraları çıkardığı şamataya ve düşüncesizce hareketlerine son vereceğini ümit ediyordum. Ama ne gezer.
(Hindi şaşkındır, eliyle “Bak ya hu neleri anlatıyor” der gibi yapar.)
Bence kendisini battaniye gibi sımsıcak saran bir ceketin düğmelerini iliklemek onu şımartmıştı; fazla arpanın atlara iyi gelmediği gibi. Huysuz bir atın arpasını hep hissettiği söylenir, Hindi de işte aynen öyleydi ve ancak ceketiyle var olduğunu hissediyordu. Bu da onu küstahlaştırıyordu. İki yakası bir araya gelince şımaranlardan biri oluvermişti.
(Hindi, medet umar gibi ama sinirli sinirli seyirciye bakar.)
Hindi’nin kendine düşkünlüğüne ilişkin benim kendimce bir kanaatim olmasına karşın, Cımbız’ın, (adını duyar duymaz irkilir, başı kalkar) birçok konuda ne kadar hata yaparsa yapsın, ılımlı bir genç olduğuna inanmıştım. Ama doğuştan böyle biriydi işte, ikircikliydi ve çabucak alevleniveriyordu; tutuşması için alkole de gerek duymuyordu. (Cımbız’ın bir kaşı hâlâ havadadır.)
Bir gün, sakin sakin oturuyorum. Bir de ne göreyim, Cımbız, sen ansızın yerinden fırla, masanın üzerine eğil, kollarını yana doğru iyice aç, koca masayı kavrayıver. (Cımbız söylenenleri yapmaktadır.) Bakın şuna, masa sanki art niyetli bir yel değirmeniymiş de onun canını yakmak istiyor. Bir canavarla boğuşuyormuş gibi sallıyor, sarsıyor masayı, ürkütücü sesler çıkarıyor… cık cık… bunun için içkiye gerek mi var canım?
Şansıma, Cımbız’ın ikircikliği ve ardından gelen gergin tavırları genellikle sabahleyin görülüyor, hazımsızlık yüzünden. Öğleden sonraları ise, çok daha yumuşak biri olup çıkıyor. Öğlen on iki gibi de Hindi’nin heyheyleri üstüne geldiği için, her ikisinin tuhaflıkları ile aynı anda uğraşmak zorunda kalmıyorum. Bunların ecinnileri gardiyanlar gibi nöbetleşe çalışıyor. Cımbız’ınki nöbetteyken Hindi’ninki uyuyor, Hindi’nin heyheyleri gelince Cımbız’ınkiler çekiliyor. Doğal bir anlaşma!
(Hindi ile Cımbız birbirine bakar, göz göze gelirler, ikisinin de yüzünde sinsi bir gülümseme vardır.)
Listemde üçüncü sıradaki Zencefil, on beş yaşlarında bir yeni yetme oğlan. (Işık Zencefil üzerine gelir. Zencefil dürtülmüş gibi irkilir.) Babası, büyükbabası arabacıymış, Taksim’e çıkarken Şişhane yokuşunda kendi arabası altında kalıp ölmeden önce oğlunu bir at arabasında değil de şöyle yargıçların, yüksek rütbeli memurların oturduğu sıralarda görmek istermiş. Bu yüzden göndermiş oğlunu benim büroya, oğlu getir-götür işlerine baksın, ortalığı silip süpürsün, hem hukuk öğrensin, hem de harçlığını kazansın diye. Zencefil’in kendine ait bir masası var ama onu pek kullanmaz. Bir göz atayım deseniz, çekmecesinde fındık fıstık gibi envai türden yemiş kabuğunun sergilendiğini görürsünüz. Bu akıllı bıdığa göre, hukuk denen yüce bilim hepi topu bir ceviz kabuğunu doldurur.
Zencefil’in işleri arasında en önemsizi değil ama en az diğerlerindeki kadar şevkle yerine getirdiği bir görevi daha var: Hindi ve Cımbız’a çörek ve elma tedarik etmek. Hukuki yazıların temize çekilmesi, tabir caizdir, kuru, tatsız tuzsuz ve güç bir iş olduğundan, benim iki kâtibim boğazlarını Gümrük İdaresi ve Postane civarındaki bir sürü büfede buldukları biralarla ıslatmayı pek severler. Bir de, Zencefil’i mütemadiyen şu tuhaf kekten almaya yollarlar, hani ufak, yassı, yuvarlak ve bol baharatlı kekler var ya, çocukcağıza da bu yüzden Zencefil lâkabını takmışlar. Soğuk sabahlarda, iş güç de pek yoksa Hindi bu keklerden yirmi otuz tanesini sanki gofret yiyormuş gibi midesine indirir, kaleminin cızırtısı ile ağzındaki kek kırıntılarının çıtırtısı birbirine karışır. (Hindi bir iki kek indirir midesine ve ses efekti.)
Elinin ayağının birbirine dolaştığı, savrukluğunun doruk noktasında olduğu ateşli öğleden sonralarından birinde Hindi ne yapsa beğenirsiniz? (Hindi zencefilli keklerden birini dudaklarına götürüp hohlar ve senetlerden birinin üzerine mühür niyetine indirir).
Yaa, işte böyle, hem de ipotek senedine. Zencefilli keklerden birini dudaklarına götürüp hohladı ve bir ipotek senedine mühür niyetine yapıştırıverdi. (Hindi bir daha yapar aynısını.) Az daha onu kapının önüne koyuyordum ki önümde doğu usulü eğiliverdi. (Hindi çoktan eğilmiştir.)
Hindi: (Doğrulur) Afedersiniz efendim ama kırtasiye masraflarınızı kendi cebimden karşılıyor olmamın ne büyük bir cömertlik olduğunu inkâr edemezsiniz.
Noter: (seyirciye doğru canlandırır anlatılan sahneyi) Yelkenlerim suya iniverdi tabii. … Mühürdarlık görevini üstlenir üstlenmez, mal mülk devirleri, tahvil kovalama, çetrefilli evrakın tanzimi gibi asıl işlerim artmıştı. Kâtiplerim işten başlarını kaldıramaz olmuşlardı. (Kâtipler işten başlarını kaldırmazlar.)
Elimdeki kâtiplere yüklenmeyeyim o zaman, dedim. Yeni birini işe alayım. (Döner, kâtiplere bakar, onay bekliyormuş ya da gelecek onaydan eminmiş gibi. Kâtipler de başlarını ‘evet’ anlamına aşağı yukarı sallarlar.)
(Sessizlik)
Noter: İlanı verdim. Bir yaz günüydü.
(Büro kapısının açık kapısı önünde genç bir adam belirir.)
Cımbız: Bugün bile o görüntü capcanlı gözlerimin önünde. Rengi atmış soluk giysiler içinde… ama derli toplu, acınası fakat saygıdeğer.
Noter: Devasız ve naçar! Bartil Bey buydu işte.
(Bartil Bey içeri girer, usul usul Noter’in masasına yaklaşır, yüz yüze konuşmadan dururlar, birbirlerine bakarlar, konuşuyormuş gibi yaparlar, herkes sessizdir. Diğer kâtipler dikkatle kulak kesilirler.)
Noter: (seyirciye) Vasıfları hakkında bir iki konuştuk, sonra da onu işe aldım, iyi de ettiğime inandım çünkü böylesine ağırbaşlı bir adam savruk Hindi ile ikide bir dellenen Cımbız üzerinde olumlu bir etki yapabilirdi.
Gördüğünüz gibi yazıhanemi iki bölmeye ayırmışım (Buzlu camlı ve katlanabilir kapıları gösterir.) Kâtipler orada, ben burada. Bu kapıları canım isterse sonuna kadar açarım, canım isterse de kapatırım. Bartil’i bu katlanan kapılara yakın bir köşede, ama bana yakın bir köşede oturtmaya karar verdim çünkü bu sessiz adam elimin altında olsun, şöyle bir angaryadan bir iş çıktı mı seslenivereyim. Masasını da odanın o tarafında bulunan küçük yan pencerenin önüne koydurdum. Bina yeniyken bu pencere yandan da olsa pis avlulara ve tuğla duvarlara bakarmış. Gel gör ki etrafımıza sonradan bir sürü bina dikilince manzara diye bir şey kalmamış, ama içeri biraz ışık geliyor hiç değilse. Hatta daha da tatminkâr bir düzenleme yaptım ve Bartil’i gözümün önünden tümüyle kaldıracak ama sesimi duymasını da engellemeyecek yüksek, yeşil ve katlanabilir bir paravan tedarik ettim. Böylelikle de, mahremiyet ve bir arada yaşayabilmek bir bakıma mümkün işte.
(Bartil Bey de yerindedir artık. Kısa bir sessizlikte büronun bu yeni halini izleriz.)
Noter: (seyirciye) İlk günlerde Bartil bir sürü yazı yazdı. Sanki bir şeyleri kopyalamaya hasret kalmış gibi benim verdiğim belgelere saldırıyordu. Hiç ara vermeden çalışıyordu. Gecesini gündüzüne katıyor, gün ışığı, mum ışığı demiyordu. Bu çalışkanlığının yanı sıra biraz da neşeli olaydı çok mutlu olacaktım. Ama Bartil, varlığı ile yokluğu bir, çıt çıkarmaksızın, makine gibi durmadan yazıyordu. Bir kâtibin mutlaka yapması gereken işlerden biri de çıkardığı kopyanın aslı ile kelimesi kelimesine aynı olduğundan emin olmaktır. İki ya da daha fazla kâtibin bulunduğu bürolarda kâtipler bu işlem için birbirlerine yardım ederler, biri kopyayı okur, öteki de orijinali tutar. Bu çok sıkıcı, yorucu ve insanı atalete iten bir iştir. (Seyircinin sözcüğü anlamamış gibi bakışından rahatsız olmuş gibidir, ukalâ ukalâ açıklar) Atalet efendim: Tembellik, miskinlik, işsizlik, işlemezlik hali…
Cımbız: (ağzının içinde geveleyerek) Şeyi şeyine denk, gıcılamaz kağnı, sizin gibi yani.
(Cımbız başını eğer.)
Noter: Bir şey mi dedin?
Hindi: Kimse bir şey demedi efendim.
Noter: (seyirciye döner yine) Hiç şüphem yok ki yerinde duramayan kıpır kıpır mizaçlı insanlar için atalet tahammül edilemez bir durum bu.
Telaşeli günlerimizde, kimi zaman bazı kısa belgeleri karşılaştırmak için Hindi ya da Cımbız’ı çağırır onların işine yardımcı olurum. Bartil’i elimin altına yerleştirişimin bir sebebi de böyle angaryalardan kendimi kurtarmak. Benimle çalışmaya başlayalı daha üç gün oldu ve henüz onun yazdığı bir metni gözden geçirmek zorunda kalmadık. Elimde acele tamamlanması gereken küçük bir iş var. (Bartil Bey’e verecek iş çıktı diye sevinmiş gibi seslenir.)
Noter: Bartil Efendi!
(Masasının üzerindeki orijinal belgenin üzerine eğilip belgenin kopyasını tutan sağ elini de hafifçe ve biraz da sinirli sinirli yana ve öne uzatır.)
(Seyirciye döner.) Telaşımdan ve emrime anında uyulacağını doğal olarak beklediğimden böyle yapıyorum ki gömüldüğü kozasından çıkar çıkmaz Bartil Bey belgeyi elimden kapsın ve hiç vakit yitirmeden işe koyulalım. (Bartil Bey’in bölmesine doğru bakar. Bartil Bey tarafında bir hareket yoktur.)
(Noter seyirciye döner yeniden)
Bartil Efendi! Gel de şu evrakı bir gözden geçir bakiym.
Bartil Bey: (kararlı) Yapmamayı tercih ederim.
(Noter’in seyirciye dönük yüzünde gözler büyür, ağız biraz açılır, duyduğuna inanmaz gibidir. Hindi ve Cımbız da dehşet içindedirler.)
Yerimde işte tam böyle oturmuşum, ona sesleniyorum, çabucak söyleyiveriyorum; ondan istediğim, bir kâğıt parçasını benimle birlikte gözden geçirmesi. Zıvanasında kılını bile kıpırdatmadan, yumuşak ama kararlı bir ses tonuyla “Yapmamayı tercih ederim” diye karşılık verdiğinde nasıl şaşırdığımı, daha doğrusu dehşete kapıldığımı gördünüz. (Diğer kâtiplerden anlatıcı Noter’i desteklercesine “Etmez miyiz hiç!” dermiş gibi mimik ve jestler gelir.)
Bir süre gık çıkarmadan öyle durup allak bullak olmuş zihinsel melekelerimi toparlamaya çalıştım. Önce dedim ki kendi kendime, kulaklarım beni yanılttı… cık… ya da dediğimi hepten yanlış anladı. Ne mi yaptım sonra? Tabii ki ricamı en açık seçik ses tonumla tekrarladım. Ama onun ilk karşılığı, en az benimki kadar açık ve seçik bir şekilde geri geldi:
Hindi ve Cımbız (birlikte tekrar ederler): Bir süre gık çıkarmadan öyle durup allak bullak olmuş zihinsel melekelerimizi toparlamaya çalıştık. Önce dedik ki kendi kendimize, kulaklarımız bizi yanılttı ya da söyleneni hepten yanlış anladı bu zırtapoz. Patron ricasını en açık seçik ses tonuyla tekrarladı. Ama herifin ilk karşılığı, en az patronunki kadar açık ve seçikti:
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim.
(Bartil Çelebi’nin ısrarlı itaatsizliği üzerine Zencefil fıstıklarını yeniden döker saçar, öteki iki kâtip “Bakın, demedik mi?” mimik ve jestleri ile desteklerler.)
Noter: (öfkeli) Yapmamayı mı tercih edersin?
Hindi, Cımbız ve Zencefil (hep bir ağızdan): Yapmamayı mı tercih edersinss?
(Noter, hızla ayağa kalkar, odanın öteki tarafına geçer.)
Ne demek istiyorsun sen? Aklından zorun mu var senin be adam? Senden şu kâğıdın doğru yazılıp yazılmadığını kontrol etmeme yardım etmeni istiyorum, al çabuk!
(Kâğıdı Bartil Bey’e uzatır.)
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim.
(Noter, gözlerini Bartil Bey üzerine diker. Bartil Bey’nin yüzü nahif, gri gözleri de feri gitmiş gibi dingindir. Hiç rahatsız olmuş gibi de görünmemektedir. Öteki üç kâtibin gözleri büyüdükçe büyümektedir.)
Noter: (seyirciye) Hani, halinde tavrında en ufak bir ikirciklenme, öfke, sabırsızlık ya da küstahlık olsa, yani şöyle insanî bir şeyler olsa, bağıra çağıra def ederdim onu büromdan.
(Masasına döner oturur. Bartil Çelebi, yazmayı sürdürür, Noter ona bakakalmıştır.)
Noter: (Kendi kendine) Çok tuhaf. Yapılacak en iyi şey ne olabilir? Ama iş de bekleyemez. Aman neyse, ileride boş bir vaktimde uğraşırım. (Yüksek sesle) Cımbız! (Cımbız koşar gelir.) Şu evrakı gözden geçir bakayım.
(Cımbız evrakı kaptığı gibi masasında çalışmaya koyulur.)
(Seyirciye) Bu olaydan birkaç gün sonra, Bartil Bey dört tane uzun mu uzun belgenin yazımını tamamladı; bunlar, o hafta Mühürdarlık Yüce Divanı’nda huzurumda alınan ifadelerin dört kopyasıydı. Bu davanın büyük önemi vardı ve hata kabul etmezdi. Her şeyi hazırladım ve öteki odadaki Hindi, Cımbız ve Zencefil’i çağırdım. Niyetim dört kâtibimin eline dört kopyayı tutuşturup orijinal belgeyi kendim okumaktı.
(Hindi, Cımbız ve Zencefil hemen koşar gelirler ve her birinin elinde birer kopya, yan yana sıralanıp otururlar Noter’in karşısına. Bartil Bey gelmez. Kısa suskunluk.)
Noter: Çabuk ol Bartil, seni bekliyorum.
(Büronun çıplak zemininde sandalyesinin ayaklarının çıkardığı gıcırtı sesi gelir önce, sonra oturduğu bölmenin girişinde Bartil Bey belirir.)
Bartil Bey: (usulca) Nedir istenen?
Noter: (telaşla) Evrak kopyaları, kopyalar! Kopyaları inceleyeceğiz. Buyurun! (Dördüncü kopyayı uzatır). Al çabuk!
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim.
(Paravanın arkasında usulca gözden kaybolur. Noter hazıra geçmiş diğer kâtiplerin yanında donakalmıştır. Kendini toparlar ve paravana yaklaşır.)
Noter: Neden reddediyorsun? Söylesene be adam.
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim.
Noter: (seyirciye) Bunu yapan başka birisi olsaydı öfkeden kudurur, ağzıma geleni söyler, onu rezil edip huzurumdan def ederdim.
(Derin bir nefes alır, Bartil Bey’in dokunaklı halini anlıyormuş gibi bakar. Seyirciye döner ve Bartil Bey’e acıyormuş gibi yapar.)
Diğer kâtipler (hep bir ağızdan tekrar ederler): Bunu yapan başka birisi olsaydı öfkeden kudurur, ağzına geleni söyler, onu rezil edip huzurundan def ederdi… (sonra da niye def etmedi peki dermiş gibi şaşkın şaşkın bakışırlar.)
Noter: Tartışıp ikna edeyim bari. Bu incelemek üzere olduğumuz, sizin yazdığınız belgenin kopyaları. Sizin yükünüz de hafifleyecek çünkü tek bir gözden geçirmeyle dört kopya da kontrol edilmiş olacak. Bu hep böyle olur. Her kâtip kendi kopyasının gözden geçirilmesine yardım etmek zorundadır. Öyle değil mi? (Bartil Bey sessizdir.) Konuşmayacak mısınız? Cevap verin!
Bartil Bey: (düdük gibi ince bir sesle) Yapmamayı tercih ederim.
Noter: (seyirciye) Görüyor musunuz? Dediğim her sözü kafasında evirip çeviriyor, ne diyorsam tastamam onu anlıyor, karşı konulmaz sonucu yadsıyamıyor, ama aynı zamanda da sanki yüce bir gücün egemenliğine girmiş gibi cevap veriyor.
(Bartil Bey’e döner) Olağan bir işlem için ricamı yerine getirmemekte kararlısın…ız öyleyse.
(Bartil Bey, “Hayır” anlamına başını hafifçe sağa sola sallar.)
Noter: (Seyirciye doğru “Fesuphanallah benzeri bir jest ve mimik ile tepki gösterir, usulca) Kimden medet umsam? (Sesini yükseltir) “Hindi, sen ne diyorsun bu işe? Haklı değil miyim?”
Hindi: (En mülayim sesi ile) Afedersiniz efendim ama bence haklısınız.
Noter: Cımbız, ya sen ne diyorsun?
Cımbız: Bana kalsa kıçına tekmeyi çoktan basmıştım.
Noter: (Seyirciye) Dikkatliyseniz gözünüzden kaçmamıştır: Sabah olduğu için Hindi’ninki nazik ve sakin birinin cevabıydı ama Cımbız’ınki huysuzluğunu ele veriyordu. Ya da, daha önce de sarf ettiğimiz bir cümleyi tekrarlarsak, Cımbız’ın heyheyleri nöbette, Hindi’ninkiyse izne çıkmış.
Noter: Zencefil, sen ne diyorsun ya hu?
Zencefil: (Sırıtarak) Bence o biraz çatlak efendim.
(Diğer kâtiplerle birlikte kikirder.)
Noter: (paravana dönerek) Bartil Efendi, bakın ne diyorlar? Duydunuz mu? Şimdi gelin buraya da işinizi yapın.
(Bartil Bey cevap vermeye tenezzül bile etmez. Noter, şaşkınlıktan bir süre taşlaşmış gibi durur. Yine silkelenir, seyirciye döner.)
Düşün düşün ne olacak sonumuz? Ona bakacak olsak hiç iş yetiştiremeyiz. Biraz zorlandık ama onun yapmadığı işi de hep birlikte bitirdik.
Hindi: (usulca) Hiç alışılmış bir durum değil bu.
(Cımbız ise hazım zorluğu çekiyormuş gibi sandalyesinde kıpırdanıp durur, paravana doğru bakarak homurdanır.)
Cımbız: Sersem. Ne sanıyorsa kendini? Beyefendi iş yapmasın, biz bedavaya onun işini yapalım. Oh ne âlâ! Benden bu kadar. Bu son.
(Bartil Bey, her şeye kayıtsız, zaviyesinde oturmaktadır.)
(Kısa suskunluk. Cımbız, duvardaki saatli Maarif Takvimi’nden birkaç yaprak koparır atar.)
Noter: (seyirciye) Birkaç gün daha geçti. Kâtip uzun bir belge üzerinde çalışıyordu. Olağandışı son davranışı yüzünden onu yakın takibe almıştım. Yemeğe hiç çıkmadığını gördüm, aslında hiçbir yere gitmiyor. Yazıhanemin dışında bir yerde hiç görmüyorum onu. Köşesinde nöbet tutuyor hep. Ama sabahleyin saat on bir civarında Zencefil, sanki oturduğum yerden benim görmem imkânsız bir el işareti almış gibi yerinden kalkıp Bartil Bey’in paravanının aralığına yaklaşıyor. Oğlan bundan sonra birkaç bozukluğu şıkırdatarak yazıhaneden çıkıyor, elinde bir avuç dolusu zencefilli çörekle dönüyor, zahmetinin karşılığı olarak iki tanesini aldıktan sonra da gerisini meczubumuza veriyor. (Arkasında anlattığına benzer şeyler olmaktadır.)
Demek zencefilli çörek ile besleniyor; yemek namına bir şey yemiyor; öyleyse vejetaryendir.
(Kısa bir suskunluk. Hepsi Bartil Bey’e bakar.)
Hayır, sebze de yemiyor, zencefilli çörekten başka bir şey yemiyor. Samimi bir insanı pasif bir direnişten daha çok hiçbir şey çileden çıkaramaz. Ama zarar da vermiyor ya ne diyecem, zavallı, dedim, hiçbir kötü niyeti yok, dedim; küstah da olmaya çalışmıyor; tuhaflıklarını elinde olmadan yaptığı aşikâr zaten. Bana da faydalı biri. Onunla geçinebilirim. Ben ondan yüz çevirirsem, benim kadar ilgili bir işverene düşmeyebilir, kötü davranışlara maruz kalabilir, hatta aç bîilaç, sefil bir hayata itilebilir, dedim.
(Duraksar.)
Evet. Böylece, vicdanımı rahatlatma yollarından en lezizini kelepirden alabilirim. Bartil Bey’i dost edineyim ben. Fakat Bartil Bey’nin bu gücenmiş hali sinirimi bozuyor. Benim kızgın çıkışlarıma bir kez daha terslensin diye ya da ondan bir öfke kıvılcımı alabileyim diye ya da onu kışkırtmak için dayanılmaz bir istek de duyuyorum. Ama nerede? Deveye hendek atlatmak daha kolaydır. Bir akşamüstü içimdeki şeytan beni dürttü ve şunlar cereyan etti: (Masasına geçer ve seslenir.)
Noter: Bartil Bey, o belgeler bittiyse, getirin de birlikte gözden geçirelim.
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim.
Noter: Ne demek? Katır inadımda ısrarlıyım demek istemiyorsunuz herhalde.
(Bartil Bey’den tepki gelmez.)
(Noter, ikisinin arasındaki kanatlı kapıyı açıp Hindi ve Cımbız’a hiddetle haykırır):
Hindi! Yazdıklarını gözden geçirmeyeceğini gene söyledi. Buna ne diyorsun?
(Seyirciye döner.)
Unutmayın, akşamüstü demiştik. Hindi, pirinçten bir semaver gibi ışıl ışıl ve kel kafasından buharlar tüttürerek oturmuş önündeki mürekkep lekeli evrak arasında dolaştırıyor parmaklarını.
Hindi: (kükrer) Ne mi diyorum? Paravanın arkasına geçsem de şunun gözlerini bir morartsam diyorum.
(Hindi yerinden fırlar, kollarını öne çıkarıp bir boksörün savunma pozisyonunu alır.)
Noter: (Onu durdurur)(önce seyirciye) Sözünün eri olduğunu göstermek ister gibi şuna bakın; tedbirsizlik ettim, benim kabahatim, Hindi’nin öğleden sonraki kavgacı yanını kışkırttım. (sonra döner, Hindi’ye çıkışır.) Otur yerine Hindi, otur da bakalım Cımbız ne diyor bu işe. Bartil Bey’i hemen kovsam yeridir, değil mi?
Cımbız: Bey? …ıııı…. Kusuruma bakmayın ama buna karar verecek kişi sizsiniz efendim. Bana göre bu tavrı olağandışı, üstelik Hindi ile beni düşünecek olursak da gerçekten haksızlık. Ama belki de sadece geçici bir kapristir bu yaptıkları.
Noter: (yüksek sesle) Yaa! Garip ama fikrini değiştirmişsin, bakıyorum da ona karşı pek de kibar konuşur olmuşsun.
Hindi. (Bağırır) Biradandır; bu kibarlık hep o bira yüzünden, bugün Cımbız’la birlikte yemek yedik de. Ben de pek kibarımdır efendim. Gidip kibar kibar morartayım mı şunun gözlerini?
Noter: Hayır Hindi, bugün olmaz. Lütfen, indir şu yumruklarını artık.
(Noter, kapıları çeker, Bartil Bey’in yanına gider.)
Noter: Bartil Bey! Zencefil yok ya, şöyle bir postaneye kadar gitseniz de baksanız, bana bir şey gelmiş mi.
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim.
Noter: Yapmayacak mısın? Postane üç dakikalık mesafede ya hu!
Bartil Bey: Tercih etmiyorum.
(Noter, sersem sepelek masasına döner, oturur. Düşüncelere dalar. Seyirciye döner.) Kör saplantım geri geldi. Başka ne yapsam da şu ücretli memurumun, şu âciz, beş parasız gafilin hakaretlerine biraz daha mazhar olsam. Kesinlikle mantıklı başka neyi yapmayı reddedebilir acaba?
Bartil Bey!
(Ses gelmez.)
(Daha yüksek sesle) Bartil Efendi!
(Çıt gelmez.)
(Noter bu kez kükrer) Bartil diyorum, sana diyorum!
(Bartil Bey, bölmesinin kapısında bir hayaletmiş gibi belirir, boşluğa bakar.)
Noter: Çabuk yan odaya git ve Cımbız’a bana gelmesini söyle.
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ederim. (Sonra saygıda kusur etmeden usulca gözden kaybolur.)
Noter: (Kararlı birinin ciddi ses tonuyla) Pekâlâ Bartil Bey. (Saatine bakar, kendi kendine söylenir.) Zaten yemek vaktim de yaklaşıyor; iyisi mi evimin yolunu tutayım. Kafamın içi karman çorman, içim daraldı ya hu. (Şapkasını başına geçirir.)
Zencefil: (Diğerlerinin arasından sıyrılarak, öne gelir, seyirciye) İtiraf etsem mi ki? Bütün bu olan bitenlerin sonu nereye vardı biliyonuz mu? Bu büroda kendine ait bir masada oturan ve Bartil Bey denen beti benzi atmış genç bi kâtip var. Sayfası dört lira gibi makul bir ücretten belgeleri kopyalıyor. Fakat yaptığı iş de gözden geçirilmiyor ya, yağcının da teki ya, “Özen konusunda sizin üstünüze kimseyi tanımıyorum” iltifatları ile işi Hindi ve Cımbız’ın başına yıkıyor. Ha, bi de, bu Bartil Bey denilen niyeyse hiç ayak işine falan yollanmıyor yani; ama böyle bir şey ondan istense bile, malum, işi yapmamayı tercih edecek, orası kesin.
Noter: (Saatli Maarif takviminden birkaç yaprak daha kopararak…) Günler geçtikçe, Bartil Bey ile aramızda kayda değer bir uzlaşma oluyor. Ondaki o daimi sükûnet, israftan nasibini almamışlık, bitmez tükenmez çalışkanlık -paravanının arkasına kendini atıp hülyalara dalmayı tercih ettiği zamanlar dışında- o büyük dinginlik, hangi koşulda olursa olsun davranışlarındaki o değiştirilemezlik onu çok değerli kılıyor. Şu da çok önemli – Bartil Bey hep orada– sabahleyin herkesten önce gelir, gün boyunca oradadır, gece ise sona hep o kalır. Dürüstlüğüne inancım sonsuz. En değerli evrakımın onun ellerinde kesinlikle güven içinde olduğunu hissediyorum.
Ama bazen, ona karşı ansızın öfke nöbetlerine tutuluyorum. Çünkü Bartil Bey’in bütün o tuhaflıklarının, ayrıcalıklarının, hiç duyulmamış muafiyetlerinin hiçbir akit olmaksızın yazıhanemde kalmasını sağlamasını hazmetmek hiç de kolay değil. Arada sırada, acele bitirilmesi gereken bir işin zorlamasıyla gelen bir heyecanla, kısa ve kesik bir tonlamayla elimde olmadan Bartil Bey’i yardıma çağırırdım; mesela bazı belgelerin paketlenmesi sırasında ben ilk düğümü atarken ondan ipin üzerine parmağını koymasını isterdim. Tabii ki, paravanın arkasından her zamanki donuk ses tonu ile…
Bartil Bey: Yapmamayı tercih ediyorum.
Noter: … yanıtı gelirdi; böyle bir durumda, insan doğasının sıradan zayıflıklarına sahip biri, nasıl olur da böylesine sapkınca, böylesine saçma bir davranışa karşı acı sözlerle haykırmaktan kendini alabilir ki? Fakat böyle her reddedilişimde, elimde olmadan yaptığım şeyleri yineleme olasılığım da azalıyor gibi.
Hindi (söze karışır): Unutmadan söylemeliyim ki böyle kalabalık binalarda yazıhanesi bulunan her hukuk adamının âdeti olduğu üzere, patron da kapısına birden fazla anahtar yaptırdı. Biri, çatı katında oturan ve odaları haftada bir kez fırçalayıp her gün silip süpüren ve toz alan kadında durur. İkincisini, lâzım olur diye bana verdi. Üçüncüsünü bazen kendi cebinde taşır. Dördüncüsünün kimde olduğunu ise bilmiyoruz.
Noter: (Cebindeki anahtarın yerinde olduğundan emin olmak ister gibi cebini yoklayarak) Olacaklara bakın siz.
Bir pazar sabahı, şöyle biraz yürüyeyim de yazıhaneme uğrayayım dedim.
(Anahtarı çıkarır, kilide sokmaya çalışır, içeriden deliği bir şey tıkamaktadır. Şaşırır, seslenir.)
Noter: Kimse var mı içerde? Biri mi var içerde, hey!
(Bartil Bey, gömlek kollukları, bir de eski püskü, tuhaf mı tuhaf bir ev giysisi üzerinde gelir ve kapıyı ardına kadar açar. Yüzünde nahif bir ifade vardır. Noter, hayretten donakalmıştır.)
Bartil Bey: Özür dilerim ama çok meşgulüm, sizi içeri almamayı tercih ederim. İsterseniz dışarıda biraz gezin dolaşın, ben de o arada işlerimi bitireyim. (Kapıyı usulca Noter’in yüzüne kapatır, içeri geçer.)
Noter: (İyice şaşkın bir halde seyirciye döner) İrademi tümüyle yitirmiş bir şekilde kendi kapımdan uzaklaştım ve onun arzusunu yerine getirdim. Ama bu akıllara ziyan kâtibin mülayim pişkinliğine karşı içimi cılız bir isyanın kavurduğunu da hissetmiyor değilim. Doğruya doğru, benim elimi kolumu bağlayan ve beni âciz bırakan şey, başta onun bu harikulade mülayimliği. Çünkü bana göre, ücretli memurunun kendisine hükmetmesine ve kendi yerinden uzaklaşmasını emretmesine gıkını çıkarmayan kişi âciz demektir. (Diğer kâtipler gık çıkarırmış gibi bir ses çıkarırlar ya da gözlerini belertirler)
Hindi, Cımbız ve Zencefil: (hep bir ağızdan ve yürekten tekrarlarlar) Ücretli memurunun kendisine hükmetmesine ve kendi yerinden uzaklaşmasını emretmesine gıkını çıkarmayan kişi aciz demektir.
Noter: (onlara bakar) Bir şey mi dediniz?
(Hindi, Cımbız ve Zencefil, ‘demedik demedik’ der gibi başları sallarlar. Noter konuşmasını sürdürür.)
…Bir taraftan da, Bartil Bey’in bir pazar sabahı benim yazıhanemde üstünde kollukları da olmasa iyice dağınık bir halde ne yapıyor olabileceğini düşünmek beni iyiden iyiye huzursuz etti şimdi? Uygunsuz bir iş çeviriyor olmasın? Olamaz, bu mümkün değil. Bartil Bey’in ahlâksız biri olması akla hayale gelmez bir şey. Peki, orada ne yapıyor? Evrak mı kopya ediyor? Bu da olamaz; ne kadar eksantrik biri olursa olsun, her şeyin kuralına göre yapılması konusunda Bartil Bey’in üstüne yoktur. Günlerden Cuma ve Bartil Bey’de öyle bir şey vardı ki bu günün kutsiyetine gölge düşürecek ayıp bir şeyler yapıyor olabileceğinin aklınızın ucundan bile geçmesine izin verdirmez.
Gene de içim rahat değil.
(Döner, meraklı bir telaşla yeniden kapıya yönelir, bu kez rahatlıkla anahtarı deliğe sokar, kapıyı açıp içeri girer. Bartil Bey ortalıkta görünmediğinden endişeli endişeli etrafa göz gezdirir, paravanının arkasına göz atar, odaları daha yakından inceler.)
(Seyirciye) Yok. Uzun zamandır benim yazıhanemde yemek yiyormuş meğer; orada giyiniyor, yatıyor belli. İyi de, orada ne bir tabak, ne bir ayna, ne de yatak var. Bir köşedeki gıcırtılı eski somyanın minderleri, üzerlerinde zayıf birisinin yatmış olabileceği izlenimini uyandırıyor. Masanın altında tor top edilip atılmış bir battaniye, boş şöminenin altında bir kutu siyah ayakkabı boyası ve fırça, sandalyenin üzerinde teneke bir leğen, sabun ve yırtık pırtık bir havlu, bir gazete içinde de zencefilli çörek kırıntıları ve bir lokma da peynir buldum. Tamam işte. Bartil Bey burayı bir bekâr evine çevirmiş, bu apaçık ortada.
(Durumu gözden geçirir, bakınır, şaşkındır.)
Aman Tanrım! Bu ne sefil bir haldir, bu nasıl bir kimsesizliktir! Muazzam bir yoksulluk, hele o yalnızlık, ne korkunç! Ömrümde ilk kez, ciğerimi dağlayan dayanılmaz bir melankoli sardı her yanımı. Daha önceleri böylesine tatsız mı tatsız bir şekilde kederlenmemiştim. İnsan olmanın getirdiği bir bağ, şimdi beni karşı konulamaz bir kasvete sürüklüyor. Melankolide kardeşlik! Bartil Bey de, ben de Adem’in oğullarıyız çünkü.
Noter: (kendi kendine) Vaaah, vah! Saadet ışıkla oynaşır, bu yüzden biz de dünyayı mutlu sanırız; ama sefalet uzaktan kollar, öyle ki biz de dünyada hiç sefalet yok sanırız.
(Ansızın, Bartil Bey’in anahtarı kilidinde öylece bırakılmış çalışma masası ilgisini çeker.)
(Masaya gelir, masanın kilitte bırakılmış anahtarını tutar, seyirciye bakar, çekinir, çekmeceyi açsa mı açmasa mı, tereddüt içindedir.)
Noter: (kendi kendine) Hiçbir kötü niyetim yok, hem zaten bu masa benim malım, içindekiler de, niye çekiniyorsam.
(Çekmecenin içine bakar, karıştırır.)
Ne kadar da özenle yerleştirmiş her şeyi.
(Elini sokar, dibi bucağı kurcalar, eline bir şey değer, çekip çıkarır. Kalın kumaştan yapılma, uçlarına düğüm atılmış büyük ve desenli eski bir mendil çıkarır. Mendili açar, içinden Bartil Bey’in biriktirdiği paralar çıkar.)
(Kendi kendine konuşmayı sürdürür.) Cevap vermek dışında hiç konuşmuyor; iş aralarında kendine ayıracak çok zamanı olduğu halde hiçbir şey, evet hiçbir şey yapmıyor… bir gazete bile okumuyor; paravanın arkasındaki pencerenin ardındaki izbelikte uzun uzun dikilip cansız tuğla duvara bakıyor. Yemekhaneye gitmiyor, kantine hiç gitmiyor, bir yere gittiği yok; solgun yüzünden de belli, Hindi gibi bira asla içmiyor, hatta diğer insanlar gibi çay, kahve de içmiyor. Kimin nesidir bilmiyoruz, söylemiyor da. Böyle zayıf ve solgun olduğu halde hastalıktan hiç yakınmıyor. Ama hepsinden öte, onda kesinlikle kendiliğinden soluk bir şey havası – nasıl desem?– evet, solgun bir kibir havası, daha çok da katıksız bir kendindelik ve kayıtsızlık var; beni şaşırtıp evcilleştirerek onun garipliklerine ayak uydurmamı sağlayan da bu işte. Bu yüzden, onun paravanının arkasında dikilmiş gene o bitmek tükenmek bilmez ölü duvar hülyalarından birine daldığını bilmeme karşın ondan benim için en ufak bir şey yapmasını istemekten çekinir oldum.
(Seyirciye döner)
İlkin melankoliye ve bir acıma duygusuna kapılmıştım. Sefalet fikrinin ya da görüntüsünün bir noktaya kadar bizim en içten şefkat duygularımızı uyandırdığı öyle doğrudur ve bu da öyle korkunçtur ki. Her kim bunun insan kalbinin değişmez ve içkin özelliği olduğunu iddia ederse yanılır. Bu duygu daha çok ölçüsüz ve doğuştan gelen bir hastalığa çare bulmak ihtiyacındaki belli bir umutsuzluktan kaynaklanır.
(Seyircinin anlamamış olabileceğini anlamış gibi yineler.)
Acıma duygusu diyorum, ölçüsüz ve doğuştan gelen bir hastalığa çare bulmak ihtiyacındakilerin acizliği yüzündendir diyorum.
Hassas biriyseniz acımak size nadiren acı vermez. Ve böyle bir merhameti nihai bir çözüme götüremeyeceğinizi de anlarsanız, sağduyunuz size bu duygudan yakanızı sıyırmanızı buyurur.
O sabah gördüklerim, kâtibin içkin ve onulmaz bir hastalığın kurbanı olduğuna beni inandırmıştı. Vücuduna merhem bulabilirdim ama ona acı veren bedeni değildi ki; acı çeken onun ruhuydu, ruhuna ise ben ulaşamıyordum.
(Kısa bir süre döner, dolanır.)
Aklım fikrim Bartil Bey’i ne yapacağımdayken evin yolunu tuttum. Nihayet, şu kararı aldım: Yarın sabah, onun geçmişi hakkında sakin sakin belli bazı sorular soracağım. O da cevap vermekten açıkça kaçınacak olursa (yapmamayı tercih edecektir gene), ben de ona olan borcumu ödeyecek ve de üstüne yirmi dolar da fazladan verecek, sonra da onun hizmetlerine artık ihtiyacım kalmadığını söyleyeceğim. Ona başka herhangi bir şekilde de yardım edebileceksem, bunu yapmaktan mutluluk duyacağımı, özellikle de memleketine – her neresiyse- dönmek isterse, masrafları seve seve karşılayacağımı da ekleyeceğim. Dahası, memleketine vardıktan sonra başı ne zaman dara düşerse, ondan gelecek bir mektup kesinlikle karşılıksız kalmayacak.
(Biraz durur, herkeste pür dikkat bir sessizlik, gökten geliyormuş gibi yandan bir ışık huzmesi usulca Bartil Bey’in üzerine gelir.)
Sonunda, ertesi sabah oldu.
Noter: (paravanın arkasına doğru seslenir.) Bartil Bey!
(Cevap gelmez.)
(Daha da nazik bir tonla yeniden seslenir.) Bartil Bey. Buraya gelin, sizden yapmamayı tercih edeceğiniz bir şeyi yapmanızı istemeyeceğim, sadece sohbet etmek istiyorum sizinle.
(Bunun üzerine Bartil Bey usulca ortaya çıkar.)
Bartil Bey, nerede doğdunuz siz, söyler misiniz?
Bartil Bey: Söylememeyi tercih ederim.
Noter: Peki, bana kendiniz hakkında herhangi bir şey anlatır mısınız?
Bartil Bey: Anlatmamayı tercih ederim.
Noter: Fakat benimle konuşmamak için mantıklı ne gibi bir mazeretiniz olabilir? Dostunuzum ben, kendimi öyle görüyorum.
(Bartil Bey, Noter konuşurken onun yüzüne bakmamaktadır, ama bakışlarını, o sırada Noter’in oturduğu yerin tam arkasında, başının yaklaşık on beş santim üstünde duran Atatürk büstüne dikmiştir.)
(Uzunca bir suskunluk.)
Noter: Cevabınız nedir Bartil Bey?
(Bartil Bey’in yüzü hâlâ kaskatıdır, sadece kanı çekilmiş ince dudaklarında belli belirsiz bir kıpırtı vardır.)
Bartil Bey: Şimdilik, hiç cevap vermemeyi tercih ediyorum.
(Bartil Bey köşesine çekilir.)
Noter: (Seyirciye ve biraz sinirlenmişçesine) Biraz yumuşak başlıyım kabul ediyorum, ama bu seferki tavrı tepemi tam attırdı. Bu ters tavrında gizliden gizliye bir aşağılama var; üstelik gösterdiğim inkâr edilemez iyi niyetimi ve ona düşkünlüğümü de hesaba katarsanız, yaptığı nankörlükten başka bir şey değil.
(Noter yerine oturur.)
Noter: (Kendi kendine) Ne yapsam? Ne yapsam? Bu kadar hiç alçalmamıştım. Kovayım şunu, olsun bitsin.
(Noter kısa bir süre duraksar, sonra dostça bir tavırla sandalyesini paravanın arkasına, Bartil Bey’in yanına çekip oturur.)
Noter: Bartil Bey, peki, geçmişinizi boş verin, ama bir dostunuz olarak sizden istirham ediyorum, bu büroyu kullanma kurallarına uyunuz. Haydi, belgeleri yarın ya da ertesi gün gözden geçirmeye yardımcı olacağım deyin şimdi; uzun sözün kısası, bir iki gün içinde birazcık olsun mantıklı olmaya başlayacağım deyin, deyin şunu Bartil Bey, haydi!
Bartil Bey: (olgun ve mülayim sesiyle) Şimdilik biraz mantıklı olmamayı tercih ederim.
(Bu sırada katlamalı kapılar açılır ve Cımbız onlara doğru gelir. Her zaman olduğundan çok daha ağır bir hazımsızlık yüzünden hiç olmadığı kadar kötü bir gece geçirmiş gibidir. Bartil Bey’in son söylediklerini de duymuştur.)
Cımbız: (dişlerini gıcırdatarak) Demek tercih etmiyorsun ha?
(Sonra da Noter’e döner.)
Cımbız: Sizin yerinizde olsam efendim, onu öyle bir güzel tercih ederdim ki… bu inatçı katıra kırk satır, kırk katır gibi tercihler verirdim efendim! Allah aşkına söyleyin efendim, bu sefer neymiş yapmamayı tercih ettiği?
(Bartil Bey’in kılı bile kıpırdamaz.)
Noter: Cımbız Bey, ben sizin şimdilik çekilmenizi tercih ederim.
(Cımbız ‘tercih’ sözcüğünü patrondan duymuş olduğuna inanmayan gözlerle bakar, canı sıkkın, yüzü asık dışarı çıkarken, Hindi saygıda kusur etmemeye çalışarak efendice yaklaşır.)
Hindi: Afedersiniz efendim ama dün Bartil Bey’i düşünüyordum da, burada da söyleyeyim diyorum, bence şöyle iyi cins bir biradan günde bir litre içmeyi tercih etse, bu onu iyileştirir, hem de belgelerini gözden geçirmesine yardımcı olur.
Noter: (heyecanla) Demek o kelime sana da bulaştı.
Hindi: (kendisini paravanın arkasında sıkıştıracak bir yer bulmaya çalışarak) Afedersiniz efendim ama ne kelimesi?
(Hindi’nin o telaşı sırasında Noter de Bartil Bey’e çarpar.)
Hindi: Ne kelimesi efendim?
Bartil Bey: Beni burada yalnız bırakmanızı tercih ederim.
Noter: (heyecanla) İşte bu kelime, Hindi. İşte bu.
Hindi: Ha, tercih mi? Evet tabii ki tuhaf bir kelime bu. Ben kendim hiç kullanmam. Fakat efendim, dediğim gibi, eğer onun tercihi…
Noter: (onun sözünü keser.) Hindi, lütfen çekilir misin artık?
Hindi: Hay hay efendim, hay hay. Öyle yapmamı tercih ediyorsanız eğer…
(Hindi köşesine çekilmek üzere katlamalı kapıyı açınca, Cımbız göz ucuyla Notere bakıp sorar.)
Cımbız: Bu belgeyi mavi mi yoksa beyaz bir kâğıda mı çekmemi tercih edersiniz, efendim?
Noter: (Seyirciye) Tercih kelimesini vurgulamamaya özen gösterdi, fark ettiniz. Bu kelime ağzından kendiliğinden dökülüverdi, bu aşikâr. Benim ve kâtiplerimin başını olmasa da dilini bir ölçüde dönüştürmüş bu çılgın adamdan kurtulmam şart. Ama yol verme işinde aceleci davranmasam daha akıllıca olur.
Veee ertesi gün!
(Noter içeri girer. Bartil Bey’i penceresinin önünde ölü duvar hülyasına dalmış gitmiş bulur.)
Noter: Neden yazmıyorsun Bartil Bey?
Bartil Bey: Artık hiçbir şey yazmak yok diye karar aldım.
Noter: (bağırır) Hoppala, gene ne oldu? Sırada ne var ha? Artık hiçbir şey yazmak yok da ne demek?
Bartil Bey: Artık yok.
Noter: Peki neymiş sebebi?
Bartil Bey: (kayıtsızca) Sebebini kendiniz görmüyor musunuz?
(Noter, Bartil Bey’in yüzüne dikkatli dikkatli bakar ve onun gözlerinin cam gibi göründüğünü ve ferini iyice yitirdiğini fark eder. Bartil Bey’i teselli etmeye kalkışır.)
Noter: Gözlerin mi rahatsız? Bir süre için yazı yazmaktan elini eteğini çekmekle ne kadar akıllılık ettin Bartil Bey. Şöyle deniz kenarına insen de açık havada biraz egzersiz yapsan.
(Seyirciye döner.) Böyle bir şey yapmadı tabii ki. Bundan birkaç gün sonra, diğer kâtiplerim henüz gelmedikleri için ve bazı mektupları, evrakı da bir an önce postaya vermek zorunda olduğumdan, yapacak başka bir şeyi olmayan Bartil Bey mutlaka biraz daha müsamahalı davranır da mektupları postaneye götürür dedim ama nerdeee. Sonunda, istemeye istemeye de olsa, kendim gittim.
Günler günleri kovaladı. Bartil Bey’in gözlerinde bir iyileşme oldu mu, olmadı mı, bir şey diyemeyeceğim. Görünen o ki iyileşmişlerdi. Ama ben gözlerin nasıl oldu diye sorduğumda, cevap vermek zahmetine bile katlanmıyordu. Her halükârda, artık yazı yazmıyordu.
Noter. Lütfen Bartil Bey, yazmaya devam et.
Bartil Bey: Yazıcılığı hepten bıraktım.
Noter: (bağırır) Ne? Farz et ki gözlerin tamamı ile iyileşti, hatta eskisinden daha da iyi görüyor, o zaman da mı yazmayacaksın?
Bartil Bey: Yazmayı bıraktım. (Der demez, Noter’in yanından usulca savuşur.)
Noter: (Seyirciye) Değişen bir şey olmadı ve yazıhanenin bir demirbaşı gibi oturdu kaldı. Yok yok, aslında eskisinden daha da iyi bir demirbaş oldu, sanki bu mümkünmüş gibi. Hay Allah, ne yapsam?
(Derin bir iç geçirir, üfler püfler.) Yazıhanede kalması için bir sebep yoktu, hiçbir şey yapmıyordu ki. Atsan atılmaz, satsan satılmaz bir değirmen taşı gibi. Dağ gibi bir mursal* sanki. Gerdanlık da olmaz ki takasın boynuna. Onun namına çok endişeleniyordum desem hafif kalır. Bir tek akrabasının ya da dostunun adını falan verseydi, hemen iki satır yazar, bu adamcağıza uygun bir yer bulup rahat ettirmelerini sağlardım. Ama Bartil Bey, şu koca evrende yapayalnızdı. Denizin ortasında bir enkaz gibi. Gel gör ki, kısa bir zaman sonra elimden geldiğince kibar olmaya özen göstererek, Bartil Bey’e altı gün içinde büroyu kayıtsız şartsız terk etmesi gerektiğini söylemek zorundaydım.
Noter: Sana altı gün mühlet. Tamam mı Bartil Bey? Taşınmak için ilk adımı sen atarsan sana yardımcı da olurum ama kalabilecek bir yer bulmalısın. (Kısa suskunluk.) E, beni terk ederken de elin boş gitmeyeceksin elbette.
(Seyirciye döner.) Altı gün sonra. Gidip bakayım, paravanın arkasında kim var? (Bakar, kinayeli kinayeli) Aa çok şaşırdım, Bartil Bey.
(Düğmelerini ilikler, sakin olmaya çalışır ve yavaşça Bartil Bey’e yaklaşıp omzuna dokunur.)
Noter: Zamanı geldi. Artık burayı terk etmelisin; kusura bakma; paranı da al; ama gitmen lâzım.
Bartil Bey: (Arkası Noter’e dönük) Yapmamayı tercih ederim.
Noter: Gitmelisin.
(Bartil Bey’den çıt çıkmaz.)
Noter: Bartil Bey, hesaplarıma göre sana borcum var; al sana yüz lira; hatta fazladan şu yirmi de senin olsun. Buyur lütfen. (Banknotları ona uzatır. Bartil Bey, kılını bile kıpırdatmaz.)
*Mursal: Değirmen taşı. (Y.E.)
“O zaman, buraya bırakıyorum.
(Noter paraları masanın üzerindeki bir kâğıt ağırlığının—belki de Poe’nun ‘Kuzgun’ şiirindeki gibi ünlü birinin büstünün– altına koyar. Şapkasını bastonunu alıp kapıya doğru yürürken sükûnetle Bartil Bey’e doğru döner.)
Eşyalarını yazıhaneden çıkardıktan sonra tabii kapıyı da kilitlersin Bartil Bey, senden başka herkes gitti, yarın gelecekler. Ha bir de zahmet olmazsa anahtarı paspasın altına koy ki sabahleyin alabileyim. Seni bir daha göremeyeceğime göre, hoşça kal. Bundan sonra da, yeni yerinde sana yardım edebileceğim bir durum olursa, bana mektup yazıp danışmaktan çekinme. Elveda Bartil Bey, yolun açık olsun.
(Bartil Bey tek bir söz bile etmez; bomboş odanın ortasında harap bir tapınağın son sütunu gibi sessiz ve ıssız kalakalmıştır.)
Noter: (Seyirciye) İnsanın en sakin ve bilge olduğu zamanlar, sabahları uykudan uyandıktan hemen sonraki zamandır. Durumu nasıl da kavgasız gürültüsüz hallettim diye kibirlendim bir süre. Yöntemim bilgece geliyor bana ama sadece kuramsal açıdan. Uygulamada nasıl olacak? Bartil Bey’in gitmiş olabileceğini varsaymak gerçekten güzel ama bu sadece benim varsayımım. Bakalım, Bartil Bey öyle yapmayı tercih edecek mi? Malum, varsayımlardan çok, tercihlerin adamı ya… Sokağa çıkıp biraz yürüyeyim, evet yürüsem iyi olur.
(Sahnede volta atarak yürür. Kendi kendine konuşur.) Beni bir bozgun bekliyor olabilir. Bartil Bey, her zaman olduğu gibi, büromda capcanlı karşıma çıkacak. Yok, yok… sandalyesini boş göreceğim, kesin. … Yok, gitmez, hiç gider mi?… Çok ağır gelmiştir yaptığım, ustalıklıydı ama ağır gelmiştir, gururlu adam, kesin gider…gitmiştir… gider gider.
(Döner, dolaşır, yazıhanenin kapısına gelir. Etrafı dinler. Kapıyı itekler, kilitlidir. Yüzüne bir gülümseme yayılır. Derin bir soluk alır, “nihayet” dermiş gibi. Sonra da başarısından pişmanmış gibi bir ifade gelir yüzüne. Eğilir, Bartil Bey’in paspasın altına koymuş olması gereken anahtarı el yordamı ile aramaya koyulur. Dizi, kapının tahta panosuna çarpar ve çıkardığı ses yankılanır.)
Bartil Bey: (içeriden, uzaktan) Şimdi olmaz; meşgulüm.
Noter: (Yıldırım çarpmış gibidir. Taş kesilir. Kısa bir suskunluktan sonra mırıldanır.)
Gitmemiş!
(Durur, düşünür. Büyülenmiş gibi yeniden sokağa atar kendisini. Sahnede volta atmayı sürdürür.)
(Kendi kendine.) Tuttuğum gibi dışarı atsam… yok olmaz; bir sürü laf sayıp adamı kovalamak bir işe yaramaz; polisi çağırmak da hiç hoş bir fikir değil; ama adamın bu kibirli zaferinin keyfini sürmesine göz yummak da bana göre değil; buna katlanamam.
(Seyirciden medet umar gibi) Ne yapmalıyım? Onu hiç görmemişim gibi yapıp, sonra da üstüne mi yürüyeyim? Olacak şey değil. En iyisi, konuşup tartışayım onunla. (Yazıhaneye girer.)
Noter: (Bağırmadan ama sert bir ifadeyle) Bartil Bey! Ben çok ciddiyim, size bozuldum. Canımı sıkıyorsunuz Bartil Bey. Sizden bunu beklemezdim. Sizin bir beyefendi olduğunuzu ve herhangi bir narin ikilemde en ufak bir ima, bir varsayım kâfi gelir sanmıştım. Ama öyle görünüyor ki yanılmışım. (Masanın üstüne bıraktığı parayı görür, irkilir.)
Bakın, paraya elinizi bile sürmemişsiniz.
(Bartil Bey’den cevap gelmez.)
(Noter ansızın dellenir, Bartil Bey’in üstüne yürür.)
Noter: Beni bırakacak mısın, bırakmayacak mısın?
Bartil Bey: (kibarca) Sizi bırakmamayı tercih ederim.
Noter: (sinirli sinirli) Hangi hakla burada kalıyorsunuz? Kira mı ödüyorsunuz? Vergi mi ödüyorsunuz? Yoksa burası sizin malınız mı?
(Cevap yok.)
Peki, devam diyorsanız, yazacak mısınız? Gözleriniz düzeldi mi? Bu sabah benim için bir evrakı temize çeker misiniz? Ya da bir iki satır düzeltmeme yardım eder misiniz? Ya da postaneye kadar gidip gelir misiniz? Kısacası, bu işyerinden ayrılmamakta ısrar edişinizi makul gösterecek herhangi bir şey yapacak mısınız?
(Bartil Bey, usulca kuytusuna çekilir. Noter, onun arkasından şaşkın şaşkın bakakalır.)
Noter: (seyirciye) Bu her yanımı kaplayan gücenme, aşağılanma duygusu Adem’den kalma. Şu hadis nasıldı? “Size yeni bir emir gönderiyorum, birbirinizi sevin.” Bu hadis beni kurtarır. Ulvi emellerin yanı sıra, sevap son derece akıllıca ve basiretli bir ilke gibi iş görür, sahibinin en büyük hamisidir. İnsanoğlu ne cinayetler işlemiş, kıyımlar yapmış, kıskançlık ve öfke uğruna; kin ve bencillik uğruna ve de dînî kibir uğruna. Ama tatlı sevap uğruna şeytanî bir cinayet işleyenini hiç duymadım. Öyleyse, tüm yaratıkları, özellikle sinir küpü olanları hayırseverliğe ve insan severliğe iten sebep, kendi çıkarını gözetmek içgüdüsüdür, başka bir şey olamaz. Daha iyi başka bir güdü bulunamazsa tabii ki.
(Bu uslamlamadan sonra, kararlı iki üç adımla Bartil Bey’in yanına gelir, onun yakalarına yapışır, çekiştirerek Bartil Bey’i yazıhaneden dışarı atar. Ellerindeki tozu silkeler gibi yapar.)
Noter: (Lütufkâr bir ses tonuyla) Böyle yapmadım tabii ki. Zavallı delikanlı, ah zavallı. Hiçbir kastı yok ki; üstelik çok zor günler geçirmiş, müsamaha ister.
(Seyirciye döner.) Anladınız siz. Ona karşı duyduğum öfkeyi, onun hallerini lütufkâr bir tavırla anlamaya gayret ederek boğmaya çalıştım işte. (Derin bir iç geçirir) Her neyse…
(Kalbi sıkışmış da öksürerek kendine masaj yapıyormuş gibi öksürüklü derin bir soluk alır. Işıklar söner, yandığında herkes yerli yerindedir. Noter az önce bıraktığımız gibi derin düşüncelerdedir. Hayal etmektedir. Bartil Bey’in, tümüyle kendi arzusu ile zaviyesinden çıkıp gittiğini eder. Sahnede Bartil Bey kalkar, uygun adım kapıya doğru gider. Işıklar yanar söner. Herkes yerli yerindedir.)
Noter: (iç geçirir, seyirciye döner) Nerdeee? Hindi’ye bakın, yüzü pancar gibi kızarmaya başladı, mürekkep hokkasını devirdi ve her zamanki yaygaracı tavrı gene geldi üstüne; Cımbız, sessiz ve saygılı tavırlarına döndü; Zencefil, öğlen elmasını ağzını şapırdatarak yemeye başladı; Bartil Bey ise, penceresi önünde en derininden kör duvar hülyalarına dalmayı sürdürdü. (Hepsi söylenenleri yapmaktadırlar.)
İnanır mısınız? Ya da itiraf etsem mi ki? O gün, öğleden sonra, ona tek bir laf etmeden ayrıldım yazıhaneden.
(Kendi kendine konuşur, biraz ezik ya da bir gerçeğe aymış gibidir.)
Acaba Tanrının inayeti ile mi girdi hayatıma? Sınanıyorum, bu kesin. Seçilmişim, okunmuşum ya da şerbetliyim belki. (Bartil Bey’e doğru döner ama yine kendi kendine konuşmaktadır.) Peki Bartil Bey, paravanının arkasında kal bakalım. Artık sana eziyet etmeyeceğim; şu zararsız ve sessiz eski sandalyelerden farkın yok; sözün özü, senin burada olduğunu bildiğim için kendimi hiçbir zaman tek başıma hissetmiyorum. Nihayet anladım, bunu hissediyorum; hayatımın takdiri ilahi amacını kavrıyorum. Mutluyum. Başkalarının daha yüce amaçları olabilir, ama Bartil Bey, benim bu dünyadaki misyonum sana bir yazıhane sağlamaktır, senin uygun gördüğün bir süre boyunca kalabileceğin bir yazıhane. Ele güne de rezil oluyorum çünkü. İn cin takımından olmasın bu Bartil Bey? Ona gitmesi gerektiğini ne zaman hatırlatsam, benimle kalmaya kararlı olduğunu söylüyor.
(Ceketinin düğmelerini boğazına kadar iliklerken kendi kendine konuşur. İki kişi konuşuyormuş gibi kendi kendine didişir. Bu iç konuşma sırasında perdenin kapalı olması yeğlenir. Bir sonraki sahnede, eşyasız bir büro görülmesi gerekiyor. Bu iç konuşma sırasında perde gerisinde eşyalar sadece paravan kalana değin çıkarılmış olmalı. Ya da başka bir sahne düzeni.)
Ne yapsam? Ne yapmam lâzım? Ondan kurtulmalı mıyım, evet, kesinlikle, gitmeli mi, gidecek. Ama nasıl? Onu, o zavallı soluk benizli ölümlüyü sokağa atamazsın, böylesine zavallı bir yaratığı kapı dışarı edemezsin. Şerefini böyle bir zulümle lekelemeyeceksin, değil mi? Olmaz, yapamam, bunu yapamam. Bunu yapmaktansa, onun burada yaşayıp ölmesine göz yumarak kalıntılarını da duvara harç yapmayı tercih ederim. İyi de, nasıl halledeceğim bu meseleyi? Ne kadar dil dökersem dökeyim, yerinden kımıldamıyor. Verdiğin rüşvetleri koyduğun yerde, masandaki kâğıt ağırlığının altında bırakıyor, dokunmuyor bile; sözün kısası, sana yapışıp kalmayı tercih ettiği apaçık ortada. Öyleyse, şiddetli ve olağandışı bir şey yapılacak…
Hayır! Bir polis çağırtıp bu masum soluk benizliyi kelepçeletip kodese tıktırmayacaksın herhalde! Hem böyle bir şeyi neye dayanarak yaptırabilirsin ki? Serserinin teki diye mi?… Ne? Kımıldamayı reddettiği için mi serseri oldu? Adam serseri olmayı reddettiği için sen onu serseri addetmeye çalışıyorsun. Bu çok saçma. Hiçbir sabit geçim kaynağı yok; yakayı ele verdi işte…
Gene yanlış. Çünkü bal gibi de sağlıyor kendi geçimini ve herhangi biri çıkıp da bunu onun geçimini sağladığının en âlâ kanıtı olarak gösterebilir. Lamı cimi yok bunun öyleyse. O beni terk etmediğine göre, ben onu terk edeceğim. Yazıhanemi değiştiririm. Başka bir yere taşınırım; eğer onu yeni yerimde de görürsem, adi bir mülke tecavüzcü diye dava açacağıma dair ona önceden protesto çekerim. (Seyirciye döner.) Ertesi gün:
(Noter, Bartil Bey’in yanına gider.) Bu yazıhaneyi Belediye’ye çok uzak buluyorum; havasız da üstelik. Velhasıl, gelecek hafta büromu taşıyayım diyorum, o zaman senin hizmetlerine de ihtiyacım olmayacak. Sana bunları şimdiden söylüyorum ki kendine bir yer ayarlayabilesin.
(Bartil Bey’den hiçbir tepki gelmez. Sahnenin ışıkları kararır. İçeri giren iki hamal eşyaları dışarı taşırlar.)
Noter. (Seyirciye.) Belirlenen gün, birkaç araba ve iki hamal tutup yazıhaneme geldim, çok az mobilya olduğundan da her şey birkaç saat içinde taşındı gitti. (Perde açılır. Yazıhanede sadece paravan ve arkasında Bartil Bey vardır.)
Bu işler boyunca kâtip, son olarak götürülsün diye buyurduğum paravanın arkasında dikilmiş duruyordu.
(İki hamal paravanı da katlar götürür. Paravan da dev bir kâğıt tabaka gibi katlanıp götürülünce, geriye çıplak bir odanın kaskatı kesilmiş kiracısı Bartil Bey kalakalmıştır. Noter, büronun girişinde durup onu süzer, uygun görülürse, bir iç sesin onu azarladığını duyarız. Bir eli oranın efendisiymiş edası ile pantolon cebinde, yürek çarpıntısı ile yeniden içeri girer.)
Noter: Hoşça kal Bartil Bey; ben gidiyorum –hoşça kal ve Allaha emanet ol; şunu da al.
(Bartil Bey’in eline bir şey tutuşturmaya çalışır fakat madeni paralar şıngırdayarak ve bir iki de banknot yere düşer. Noter, ondan hiç ayrılmak istemiyormuş gibi bir eda ile çıkar. Işık değişir.)
(Seyirciye) Yeni yazıhaneme yerleştikten sonra, bir iki gün kapımı kilitli tuttum, koridorlardaki her ayak sesiyle irkildim. Yazıhaneden kısa bir süre için ayrılsam bile, dönüşte eşikte bir an duraklıyor ve anahtarımı kilide sokmadan önce etrafa kulak kesiliyordum. Ama bu korkular yersizdi. Bartil Bey bir daha yakınıma hiç uğramadı.
(Noter’in yanına mal sahibinin avukatı gelir.)
Avukat: İstiklâl’de, reisin dükkânının yanındaki binada değil mi sizin yazıhane?
Noter: (içi titreyerek) Evet.
Avukat: Beni tanımadınız sanırım, ben mal sahibinizin avukatıyım. Büroda birini bırakıp çekip gidemezsiniz. Bıraktığınız adamdan da siz mesulsünüz. Ben de görüştüm kendisi ile. Yazı yazmayı reddediyor, herhangi bir şey yapmayı reddediyor, yapmamayı tercih ettiğini söylüyor, üstelik büroyu terk etmeyi de reddediyor.
Noter. (Yapmacık bir sükûnetle) Kusura bakmayın beyefendi, fakat sözünü ettiğiniz adam hiçbir şeyim olmaz benim –yakınım değil, çırağım değil ki ondan beni mesul tutasınız.
Avukat: Allah aşkına kimin nesi bu adam?”
Noter: İnanın size verecek hiçbir bilgim yok. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Önceleri kendisini yazıcı olarak işe almıştım, ama benim için bir şey yapmayalı da epey oldu.
Avukat: Bu durumda onun icabına ben bakacağım, iyi günler efendim.
Noter: (seyirciye) Birkaç gün daha geçti ve kulağıma başka hiçbir şey çalınmadı; ama oraya uğrayıp zavallı Bartil Bey’i görmek için merhametle karışık bir istek hissettiysem de hep neyin nesi bilemediğim bir temkinlilik yüzünden ayağım geri durdu. Bir hafta daha geçtiği halde bana herhangi bir haber ulaşmayınca, bu mesele nihayet kapandı diye düşündüm. Ama ertesi gün büroma geldiğimde kapımda sinirli sinirli bekleşen insanlar gördüm.
(Dışardan sesler.) İşte bu adam, Noter bu adam işte, geliyor, geliyor! Gazetelere verin şu Noter’in adını, televizyoncuları çağırın da görsün gününü!
Mal sahibi (iri yarı bir adamdır, seslerin içinden, kalabalıktan sıyrılıp Noter’in üzerine yürüyerek bağırır-Onu, Hindi’yi oynayan oyuncu oynayabilir.) Beyefendi, onu derhal alıp götürün buradan! Bu beyler, yani kiracılarım, daha fazla dayanamayacaklar!
(Mal sahibinin avukatı, Noter’i gösterir.)
Avukat: Bu Bey onu odasından attı ama adam şimdi bütün binayı dehşete saldı; gündüzleri genellikle merdiven tırabzanlarının üstünde oturuyor, geceleri de girişte uyuyor. Buradaki herkes endişeli, müşteriler bürolarını boşaltıyorlar, yağma edileceğiz diye ödleri kopuyor; bir şeyler yap kardeşim, hem de hemen.
(Noter geriler. Seyirciye döner. Hem mal sahibine hem de seyirciye doğru konuşur.)
Noter: Bartil Bey benim hiçbir şeyim olmaz; size ne kadar akraba ise, bana da o kadar. Adımın gazetelerde falan teşhir etmeyin rica ederim. Söz veriyorum size, Bartil Bey ile yüz yüze bir kez daha görüşeyim, sizi bu beladan kurtaracağım.
(Işık kararır, yanar. Noter eski yazıhanesinin merdivenlerinin başındadır ve trabzanın üstüne oturmuş bekleyen Bartil Bey’i görür.)
Noter: Ne yapıyorsunuz burada Bartil Bey?
Bartil Bey: Tırabzanda oturuyorum.
(Noter, Bartil Bey’i mal sahibinin avukatının bürosuna doğru götürür, Noter de onları baş başa bırakır.)
Noter: Bartil Bey, işyerinden kovulduktan sonra girişi işgal etmekte direnerek başıma ne büyük bir dert açtığının farkında mısın?
(Bartil Bey yanıt vermez.)
Noter: Bak şimdi, şu ikisinden biri olmak zorunda. Ya sen bir şey yapacaksın ya da sana bir şey yapacaklar. Nasıl bir işte çalışmayı isterdin? Yeniden birisinin yazıcısı olmak ister miydin?
Bartil Bey: Hayır, herhangi bir değişiklik yapmamayı tercih ederim.
Noter: Bir mensucatçıda tezgâhtar olmak ister miydin?
Bartil Bey: Dardır öyle yerler. Hayır, tezgâhtarlık istemem, ama öyle özel bir tercihim de yok.
Noter: (Bağırır) Dar mı! Sen bütün zamanını hep daracık yerlerde geçirmiyor musun zaten!
Bartil Bey: (konuyu bir an önce kapatmak ister gibi) Tezgâhtarlık yapmamayı tercih ederim.
Noter: Barmenlik sana uyar mı peki? Hem gözün de yorulmaz.
Bartil Bey: Onu hiç istemem, ama daha önce de dediğim gibi, özel bir tercihim yok.
(Noter, Bartil Bey’in beklenmedik konuşkanlığına sevindiğini seyirciye bir mimikle belli eder. Coşkuyla sormayı sürdürür.)
Noter: Öyleyse, memleketi dolaşıp tüccarların faturalarını tahsil etmek ister miydin? Böylece sağlığın da düzelir.
Bartil Bey: Hayır, başka bir şey yapıyor olmayı tercih ederim.
Noter. Öyleyse, bir çocuğa yoldaş olsan, Avrupa’ya gitseniz birlikte, sohbetinle onu eğlendirsen, bu nasıl olur, sana uyar mı?
Bartil Bey: Hiç olmaz. Bu işin de kesin olarak ne olduğunun belli olmayışı bana çekici gelmiyor. Ben sabit olmayı seviyorum. Ama özel bir tercihim yok.
Noter: (canına tak etmişcesine hiddetle bağırır.) Sabit olacaksın o zaman! Akşam olmadan buradan gitmezsen, bak gitmezsen eğer, ben… ben… ben bunu yapmak zorunda kalacağım, ben… ben kendim çekip gideceğim buradan!
(Noter, onu tamamen terk ediyormuş gibi iki adım atar, yüzü seyirciye dönüktür. Sonra aklına bir fikir gelmiş gibi ansızın durur.)
Noter: (En kibar ses tonuyla) Bartil Bey, şimdi benimle eve gelsen, büroma değil, oturduğum eve gelsen de şöyle boş bir vaktimizde sana en uygun çözümü kararlaştırana kadar bende kalsan, ha? Hadi gel, hemen gidelim.
Bartil Bey: Hayır. Şimdilik hiçbir değişiklik yapmamayı tercih ederim.
(Noter bir an ses etmez, duraksar ve hışımla dışarı çıkar.)
Noter: (Seyirciye) İstiklâl boyunca, Taksim’e doğru koştum ve bir taksiye atlayarak peşimdekilerden kurtuldum. Ben elimden geleni yapmıştım. Şimdi sıra hepten umursamaz ve sakin olmaya gelmişti; vicdanım da bu çabamı olumluyordu; gel gör ki, gene de istediğim gibi başarılı olamamıştım. Öfkesi burnunda mal sahibi ile sabırları tükenmiş kiracıları beni gene yakalayacaklar diye öyle korkmuştum ki işlerimi Cımbız’a devredip arabama atladığım gibi şehrin kuzey taraflarında, Beykoz, Şile, Ağva… birkaç gün dolaştım; orada burada kaçaklar gibi gezindim, hep arabamda yattım kalktım.
Büroma döndüğümde ne göreyim? Masanın üzerinde mal sahibinden bir not.
(Notu elleri titreye titreye açar, okur.)
“Polise yaptığımız başvuru sonucunda Bartil Bey serserilik suçuyla tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne konmuştur. Onu herkesten çok tanıdığınız için gidip gerçekleri uygun bir ifadeyle anlatsanız iyi olur.”
(Geride, iki polis memurunun Bartil Bey’i alıp hapishaneye götürülüşünü izleriz. Bartil Bey, yazgısına boyun eğiyormuş gibi, ses etmeden yürür. Kalabalıktan bağırış çığırışlar eşlik eder bu gidişe.)
Noter: (seyirciye.) İlkin kızdım mal sahibine; ama sonra neredeyse onayladım. Mal sahibi bu, elini çabuk tutmuş, iş bitirici adam, ben tek başıma karar verip bunu yaptırtamazdım zaten… hem bu koşullarda başka da ne yapabilirdi ki?
Notu aldığım gün, Cezaevi’ne gittim ve görevliden Bartil Bey’in orada olduğunu öğrendim.
(Sahne değişir. Hapishane giriş bürosu, Noter ile görevli konuşmaktadır. Geride hapishanenin çimli avlusu ve uzakta Bartil Bey yüzü bir duvara dönük dikilmiş durmaktadır.)
Noter (görevliye): Çok dürüst bir adamdır, biraz sorumsuzdur, egzantriktir, kimi kimsesi yok, nerelidir, niye böyledir hiç bilmiyoruz. Şefkate muhtaç. Yüz kızartıcı bir suç işlemiş değil, görmüşsünüzdür her haliyle ağır kâmil ve zararsız birisidir. Ona biraz müsamahakâr davranırsanız çok sevinirim. Buradan da çıkarsa, yoksullar evi onu kabul eder. Şimdi izninizle kendisi ile görüşebilir miyim?
(Noter, Bartil Bey’e doğru yürür. Diğer hücre pencerelerinden mahkûmların mırıltılarından Bartil Bey’i izledikleri anlaşılır.)
Noter: Bartil Bey!
Bartil Bey: (Yüzünü Noter’e dönmeden) Sizi tanıyorum … ve size diyecek bir şeyim yok.
Noter: (üzülmüş gibidir) Buraya düşmene ben sebep olmadım ki Bartil Bey. Hem senin için burası pek de rezil bir yer sayılmamalı. Burada olduğun için utanman söz konusu da değil. Hem bak bir, insanların zannettiği gibi kasvetli bir yer de değil burası. Bak, işte gökyüzü, işte çimenler.
Bartil Bey: Nerede olduğumu biliyorum.
(Bartil Bey başka bir şey söylemeyince, Noter onun yanından ayrılır, koridora döner. Ona doğru önlüklü şişman bir adam yaklaşır ve omzunun üzerinden başparmağını sallayarak Bartil Bey’i gösterip sorar.)
Kayıntıcı Gardiyan (Cımbız’ı oynayan oyuncu oynayabilir): Arkadaşın mı?
Noter: Evet.
Kayıntıcı Gardiyan: Açlıktan ölmek mi istiyor? O zaman, bırak mahpushane tayınıyla idare etsin, olsun bitsin.
Noter: (Bu gayri resmi tavırdan rahatsızca) Siz kimsiniz?
Kayıntıcı Gardiyan: Bana kayıntıcı derler. Bazı beyefendiler, burada mahpus arkadaşlarına yiyecek iyi bir şeyler tedarik edeyim diye bana para verirler.
Noter: Öyle mi?
Kayıntıcı Gardiyan: Öyle.
Noter: O zaman… (usulca Gardiyan’ın avucuna birkaç madeni para sıkıştırır, şıngırtı duyulur.) bu arkadaşıma özel ilgi göstermeni istiyorum; bulabildiğin en iyi yemeği ver ona. Mümkün olduğu kadar da kibar davran.
Kayıntıcı Gardiyan: (nihayet marifetlerini sergileme olanağını bulmuş da böbürlenir gibi) Beni tanıştırır mısınız onunla?
Noter: Peki.
(Birlikte Bartil Bey’in yanına giderler.)
Noter: Bartil Bey, bu beyin adı… (‘Kayıntıcı’ diyemez, her neyse gibi bir jest) Göreceksin, sana çok faydası dokunacak.
Kayıntıcı Gardiyan: (Hafifçe öne doğru eğilerek) Hizmetkârınızım efenim, hizmetkârınızım. Umarım buradan memnunsunuzdur efenim; her yer ferah, serin odalar, di mi efenim, umarım bizimle bir süre kalırsınız, tadını çıkarmaya bakın. Eşim ve ben, sizi yemeğe alabilir miyiz efenim?
Bartil Bey: (Yüzünü öte yana çevirerek) Bugün yemek yememeyi tercih ederim. Bana uymaz, yemek davetlerine alışkın değilim.
(Bartil Bey bunları söylerken yavaş yavaş avlunun öteki tarafına gider ve kör duvara yüzünü dönüp durur.)
Kayıntıcı Gardiyan: (Şaşkın şaşkın Noter’e bakarak) N’oluyo ya hu? Tuhaf biri, di mi?
Noter: (Üzgün üzgün) Aklî muvazenesi yerinde değil.
Kayıntıcı Gardiyan: Muvazene? Haaa! (eliyle kafasını gösterip) … zoru var, haaa anladııım. Biliyom ben onu, anladıydım zati. Bakın beyim, yemin ederim sizin bu arkadaşınızın sahte bir beyefendi olduğunu sanmıştım; bu sahtekâr kısmı hep böyle solgun ve kibar görünüşlü olur. Onlara acımak elimde değil efenim. Sizinki beyefendi ama aklından zoru var işte… İtaat etmiyor. (Elini, sanki ona acıyormuş gibi Noter’in omzuna koyarak iç geçirir.)
Noter: Daha fazla kalamam. Arkadaşıma göz kulak olun. Sizin çıkarınıza olur. Yine görüşeceğiz.
(Işık biraz kararır.)
Noter: (Seyirciye): Bundan birkaç gün sonra, cezaevine giriş izni aldım gene, koridorlarda Bartil Bey’i aradım ama bulamadım.
2. Gardiyan: Onu az önce hücresinden çıkarken gördüm… Belki avluda volta atmaya çıkmıştır.
(Noter, avluya doğru gider.)
2. Gardiyan: Şu sessiz çelebiyi mi arıyorsunuz? Evliya gibi bir adam o. Buraya niye, nasıl düştüyse. Şurda işte, şurda avluda uyukluyor. Yere uzandığını göreli yirmi dakika olmadı. Hiçbir şey de yemiyor.
(Noter ıssız sessiz avluda yürür ve Bartil Bey’i tükenmiş halde bulur. Bartil Bey dizlerini kendine çekmiş, başı soğuk taşlar üzerinde, yumak gibidir. Kıpırdamamaktadır. Noter bir an duraksar. Sonra iyice ona yaklaşır. Uzanır ve Bartil Bey’e dokunur. Ürperti ile elini çeker.)
2. Gardiyan: (kenardan ona bakmaktadır) Yemeği hazır. Bugün de mi yemeyecek? Bir şey yemeden mi yaşıyor yoksa?
Noter: Yemek yemeden yaşıyor.
2. Gardiyan: Ya! O zaman, uyuyordur, di mi?
Noter: Evet. Krallarla ve erkânı ile. Bilirsiniz belki, Hz. Eyüp kederinden ölmek istediğinde kendileri için ıssız ülkeler inşa eden krallar ve erkânıyla uyusam keşke diye konuşur.
Noter: (Seyirciye döner, iç geçirir.)
Bu hikâyeyi daha fazla uzatmak gereksiz.
Hayal gücünüz, zavallı Bartil Bey’in cılız cenaze merasimini gözlerinizin önüne getirecektir. Ama ayrılmadan önce şunu söylemek gerekir ki, eğer bu küçük hikâye sizde Bartil Bey’in kim olduğuna ve ben onunla tanışmadan önce onun nasıl bir hayatı olduğuna dair birazcık olsun merak uyandırdıysa, diyebileceğim sadece şudur ki, ben de merak ediyorum, ama bu merakı gidermek hiç de elimde değil. Gene de, kâtibin ölümünden sonra kulağıma çalınan küçük bir söylentiyi ifşa etsem mi ki, bilmiyorum. Ne kadar doğrudur bunu şimdi bilemem. Ama ne kadar hüzün verici olursa olsun kısaca söz edeyim bari.
(Bu noktadan sonraki olaylar, Noter’in anlattıkları sahnede Bartil Bey tarafından canlandırılabilir.)
Söylenti şuydu: Bartil Bey, Ankara Merkez postanesinin Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde küçük bir memurmuş, idaredeki bir değişiklik üzerine aniden işten çıkarılmış. Sahipsiz mektuplar! Kulağa “sahipsiz insanlar” gibi gelmiyor mu? Bir adam düşünün ki hem yaradılışı hem de talihsizliği yüzünden kanı çekilmiş ve umutsuzluğa meyletmiş. Böylesi bir meyli perçinleyecek daha iyi bir iş var mıdır acaba? Sahipsiz mektupları elden geçirip sonra da alevlere atmak üzere tasnif etmekten daha uygun bir iş, evet? Var mıdır?
(Seyirciden “Yoktur, yoktur” yanıtı almış da olumlanmış gibi başını sallar.)
Çünkü yılda bir bu mektuplardan bir çuval dolusu yakılır.
Gönderilen umutlar, beklenen umutlar. Hepsi müsrif beklentiye dönüşür sahipsiz mektuplarda. Bazen … bir düşünsenize, beti benzi sararmış bu kâtip, katlanmış bir zarfın içinden bir yüzük bulup çıkarıyor, ama onu takacak parmak, zarf onun eline ulaşmadı ya, bî-ümit bekliyor … belki de çoktan toprak olmuştur. Ya da Hızır gibi yetişsin diye gönderilmiş birkaç banknot çıkıyor zarftan. Bu parayı bekleyen, bu paranın dardan kurtaracağı kişi kim bilir belki artık ne yemek yiyordur, ne de açlık hissediyordur.
(Noter’in bu anlattıkları istenirse geride ya da sahnenin bir kenarında Bartil Çelebi tarafından canlandırılabilir.)
Keder içinde ölenlere merhamet yağacaktı oysa umutsuzluk içinde ölenlere umut yağacaktı; çaresiz dertlere düşüp de tıkanıp kalanlara iyi havadisler yağacaktı.
Kaderin cilvesinin böylesi, olur mu? Bir telaşedir gider hayat ve ölüme koşar bu mektuplar.
Ah Bartil, Ah Bartil Efendi. Çelebilerin şahı Bartil Bey!
(Duraksar, kıssadan hisseyi çıkardığının farkında mırıldanır.)
Ah Bartil Bey, vah insanlık!
(Işık, Noter’in üzerinden usulca Bartil Bey’in üzerine gider, birkaç saniye durur. –Mümkünse—Noter’in bürosuna dönüşür sahne ve Bartil Bey’in duvarı ile yazıhane arasındaki boşluk, oyunun başında anlatıcı Noter’in de vurguladığı gibi içinden çıkılması güç devasa bir dörtgen sarnıca benzer. Sahne kararır.)
–SON–