DİRGENDEKİ TAY

DİRGENDEKİ TAY

Ben çabuk öfkeleniyorum, doğru. Gözüm kararmaya görsünmüş ne yaptığımı bilmezmişim. Babam böyle böbürlenirdi av arkadaşlarına. Haklı. Bütün bunlar benim yüzümden. Hep ani karar vermemden. Babam. Babam ellerimi sevmezdi. Küçücükmüş ellerim, kız olacak bir şeymişim. Babamı nasıl terbiye edeyim ki? Ben kimim ki terbiye edeyim babamı? Babam. Memleketin en namlı terbiyecisi. Ailem der de başka bir şey demez babam. Aile fertleri hep omuz omuza olmalıymış, yoksa o aile un ufak olurmuş, dağılıverirmiş, kurda kuşa yem olmak varmış Allah göstermesin. Babam, ne zaman birlikte yemek yesek, abilerime, iki ablama ve özellikle de en küçük oğlan bana işaret parmağını sallaya sallaya söylerdi böyle. Gerdirme gibidir baba, aileyi bir arada tutar, derdi. Çiftlik evine parkeciler gelene kadar bilmezdim “gerdirme” ne demek.
Annem hiç ses çıkarmazdı. Gözlerini babamın ellerinden ayırmazdı bir süre, sonra da önüne düşen gözlerinden aldığı cesaretle başlardı çorbayı dağıtmaya, Allahın adıyla başlardı o da işe. Allah bana göre, babamın işaret parmağının ucuyla annemin gözleri arasında gidip gelirdi sofrada. Allahı duydum ben o sofrada. Annemin gözlerinden bana baktı ve dedi ki “alimin oğlu zalim, zalimin oğlu alim olur”. Babamın işaret parmağı yerinden çıkacak ve annemin gözlerine saplanacakmış gibi gelirdi. Babamın elleri kocamandı, babamın elleri.
Daha dört yaşındaydım babam Zeytin’i öldürdüğünde. Ben evin yanındaki derede çimerken duydum Zeytin’in can havliyle havlamasını. Koştum. Yetişemedim. Babam çoktan Zeytin’i bir erik ağacına asmıştı. Kocamandı elleri babamın, küreği kürdan gibi rahat kullanırdı. Zeytin’in başına başına indirirken de rahattı. Al sana itoğlu it! Ben o çulluğu yakalayacağım diye neler çektim, geber, geber de aklın başına gelsin. Zeytin’in başından akan kırmızı, Zeytin’in gözlerine doluyor, oradan bütün gövdesini yıkayıp yerde minicik göl oluyordu. Çok geçmedi sesi kesildi Zeytin’in. Son çıkardığı ses incecikti, sanki fısıltıyla “kekiiiiiik” diye bağırıyordu. Kırmızı dolmuş boğazında “iiiiii” dirgenin paslı dişleri arasında buğday başakları gibi. Ben gıkımı çıkaramadım çünkü annemin gözlerinden seslenen Allah, babamın ellerine geçer de oradan bana bir şeyler derse diye korktum. Ölürüm sandım. Ölüm, babamın kürek gibi ellerindeydi artık. Babamın Allahı’yla tanışmak istemiyordum. Hem Zeytin’in ölümüne ben sebep olmadım, bunu biliyorum. Babam yalan söylüyor.
Annemdir, biri elimden çekiştiriyor. Görmeyeyim istiyor annem. “Patos! Çocuğu da kendine benzetecek ille,” diye fısıldıyor emeteme. Bana sevdalı bulutların masallarını anlatan emetem de başını önüne eğiyor. Ben ölüyorum emete. Bana masal anlatsana. Emetemin bağrı kekik kokuyor. Gözlerim nasıl da ıslatıyor kekiği. Taylığım. Annemin kadife eli, emetemin kekik bağrı.
Asker eskisi babam seni de öyle terbiye edecek diye öyle korktum ki. Pamuk helva gibi girmiştin oysa dünyama, rengârenk bayram balonları gibi, ilk öğretmenimin saçımı okşayışı gibi. İçinde çimdiğim dere gibi yayıldın içime. Ceylanlar gibi sekerken biliyor gibiydin, yeni yetme bir delikanlıydın da sanki savaşa gideceğin emri gelecekti, ufacık bir çocuktun da daha asker celbini alıyordun. Seni de öyle terbiye edecekler diye öldüm.
Babam bana oyuncak silah alırdı oynayayım diye. Ben bilyalarımla oynardım. Notak oynardım. Dalya oynardım arkadaşlarımla. Beş taş oynardım, ip atlardım. Ellerime büyük gelirdi babamın oyuncakları. Kocaman silah, sicim, olta, tüfek, kırbaç… erkek değil miymişim yoksa ben? Annem karısı, bu oğlan karışık mıymış?
Ben hep köyün en tatlı dilli çobanının, Ali abinin yanına kaçıyorum. Ali abi bana bütün koyunların adını sayıyor. Hepsini tanıyor, hiçbirine vurmuyor. Ali abinin elleri de kocaman ama onun elinde bir ufacık dal havaya sallayıp duruyor. Koyunları okşuyor dal. Ali abinin hikâyelerine dalıyorum. Nerde kaldın lan, diye bağırıyor babam. Kocaman eli yüzüme yüzüme iniyor. Seni de Allah mı yarattı lan köpoğlu köpek, diyor. Ben emeteme doğru sendeliyorum, emetem ile annemin aynı anda bana doğru ellerini uzattıklarını görüyorum. Ben o kocaman elin gücüyle ne yana savrulacağıma karar veremem ki. Kollarımı kanat gibi sallayarak düşüyorum. Bir uçurtmayım ben, uçuyorum, ipim babamın elinde. En sevdiğim yemek keşkeği yaptığımız yere, annemle köy kadınlarının bir araya gelip şepe yaptıkları tandırın kenar çıkıntısına çarpıyor çenem. Çenemdeki bu yarık izi oradan kalma.
Babamdır beni böyle korkak, ürkek yetiştiren. Boyun eğmeyi öğrendim ben. Oysa, ne rüzgardan, ne itin ürümesinden, ne de üstüme başıma değenlerden ürkecekmişim, yiğit olacakmışım; ben ancak ölümle yüz yüze gelirsem, ölümü ensemde bu kadar yakın hissedersem hayatta kalabilirmişim, Hemingway’in boğa güreşlerine merakı bundanmış. Bayılırmış babam da boğa güreşine. Babam boğa güreşçisi sanırdı kendini. O bana iş gezileri sırasında İspanya’da gittiği boğa güreşlerini anlatır, ben boğayı düşünürdüm, ama en çok da atı. Bayır, çayır, yayla koşturacak, rüzgârla alabildiğine yarışacak bir at, arenada boğanın bir kaza boynuzuna kurban gidebilirmiş. Öyle heybetli heybetli dolanırken matadoru ıskalayan boğa onu kışkırtan matador yardımcılarını taşıyan o zavallı atların karnını bir darbede deşebilirlermiş de üstündeki canını kurtarabilirse kurtarırmış. Önce terbiye edil, sonra karnın deşilsin. Erkeklik zor. Ben erkek olamam. “Oley!” derlermiş boğa matadoru ıskalayınca, “Oley!” Ben öyle diyemem. Oley diyemem ben.
Ama o eldivenleri de giymekten vazgeçmezdi. O eldivenleri giyince ben ölürdüm. Duvara dönerdim yüzümü. Görmek istemezdim.
Babamda hikâye çoktu. Neler öğrendim ondan. En büyük, hatta hem en büyük hem de ilk büyük trajedi kahramanını anlatmaya da bayılırdı babam. Söyle bakalım pısırık, sabahleyin dört ayaklı, öğlen iki ayaklı, akşam da üç ayaklı olan şey nedir? He he he, bilemedin değil mi? İnsan, insan. İlk seferinde bilemedim, sonraları her soruşunda bir askerin komutanına “Sağol” çekmesi gibi “İnsan!” diye bağırıyordum, babam da “İnsan yaaa,” diyerek döver gibi başımı okşardı. Bu insan bilmesini Sfenks sormuş Oedipus’a. Babam kader diyor, Allahın dediği olur diyor. Tebaili Oedipus da dört ayaklıyken kahinler demiş bu bebek babasını öldürecek, anasıyla evlenecek ve çocuklarına kardeş olacak. Kral babası da ölümden korkarmış, vermiş bebek Oedipus’u bir çobana, git dağlarda öldür, demiş. Elleri ne kocamandı babamın.
Ama o kırbacı da almaktan vazgeçmezdi. Kırbacını da aldı mı ben tamam der kulaklarımı tıkardım duvarın önünde. Duymak istemezdim.
Çoban acımış tabii bebeğe. Götürmüş başka bir yerde çocuğu olmayan bir köylüye vermiş bebeği. Sonra kehanet gerçekleşmiş. Sfenks’in insan bilmecesinin cevabını bilip de kahraman olan Oedipus kehanetin gerçekleştiğini ancak ayak bileğindeki izden çoban onu tanıyınca anlamış. Kim olduğunu ancak o zaman öğrenmiş. İşte böyleymiş. İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeliymiş. Sigara yerine puro içse daha yakışır gibi gelirdi bana. İpleri tutarken kocaman kocaman eldiven giyerdi yarılmasın elleri diye. Kitap okuyanın elleri yara bere içinde olmazmış. Babamın elleri sızlardı. Benim de sızlıyor şimdi ama biliyorum senin ölümüne de ben sebep olmadım. Babam yalan söyleyemez artık.
Ama o çizmelerini giymekten vazgeçmezdi. O çizmelerini giyince ben ölür ölür dirilirdim. Dirilmesem keşke derdim. Ölsem. Duvara dönsem hep.
Seni getirdikleri gün sesine uyandım çiftlikte. Babam daha yeni gelmiş şehirden. Ben bilmem babamın şehirde ne iş yaptığını. Annem der bir işler çeviriyor amma… Emmim der Başbakan’ın sağ koludur. Milletvekilleri bile ondan korkar. Çiftlikte sanki bayram var. Hem babam gelmiş hem de sen. Sen, dünyadaki en güzel tay. Tay. O kadar güzeldin ki Tay sana ad koyamadan dellendim ben. “Tay” olsun o zaman adın senin. Beni affet. Şu yanı başındaki adam, hala senin iplerini elinde tutan zorbadır, o zorba işte seni bana vermeyen. Beni sana çok gören. Çok bağırdım, çok yalvardım babama, hepsine yalvardım seni terbiye etmesinler diye. Ben çok ölüyordum her tay terbiyesinde. Ancak boynuna kementler, yağlı sicimler geçince o mağrur edan sona erermiş, toprağı bu dünyanın tek efendisi benim der gibi arşınlayışın ancak boğulacağını sanırsan bir usluluk kazanırmış, ancak boynuna geçen sicimler her yandan çekiştirilince… ancak gözlerin yuvalarından dışarı uğrayınca Tay… ben de çok uslu bir çocukmuşum, bak herkes beni ne kadar çok seviyormuş, sen de benim gibi olacakmışsın, uslu ve sevimli. Yoksa asi olurmuşsun, alır başını gidermişsin, sen soluksuz kalana kadar çekmeleri gerekirmiş ipi, tay boğmak denirmiş buna. Kötü birşey yokmuş ki bunda, yoksa deli deli dolaşırmış taylar, uçan bir naylon torbadan bile ürkerlermiş, ancak ölümle böylesine yüz yüze gelince gerçek at olurlarmış, ancak soluksuz kalınca, ölümle soluk soluğa burun buruna gelince ancak…
Babam eldivenlerini giydi. Ben öldüm. Babam kırbacını eline aldı. Duvar yarılsa da içine girsem dedim. Kulaklarımı tıkamadım bu sefer. Gözümün önünde gözlerin, incecik ayak bileklerin, seni gördüğüm anda ben bulutlar arasındaki uçurtmaydım. Yarları, tepeleri aşardım seninle, ama seninle ancak koparabilirdim ipimi, yoksa o uçurtmanın uçuşu gibi yalancı uçuş olurdu. İpimin ucu babamın eldivenli ellerinde Tay. Ben böyle uçmak istemiyorum ki. Bulutlar bana kopar ipini diyor. Sen de gel ardımızdan diyorlar gidemiyorum, babam tutuyor ipimi. Sıkıyor sıkıyor. Ellerini uzat, diye bağırıyor. Koşuyorum. Koşuyorum… ellerimi ileri uzatmışım, yatağımda kan ter içinde otururken buluyorum kendimi. Gene mi kabus gördün yavrum, diyor annem, derin derin iç geçiriyor avuç içindeki kınası üstünde ay kırılan emetem. Emetem yer yatağında öte yana dönüyor, annemin kadife elleriyle kollarım yorganın altına giriyor. Ay ışığı annemin buğulu gözleri.
Babam kırbacını da aldı. Ah duymasam o kırbacın sırtına indiğini. Duymayacağım. Duymadım da.
Çizmelerini giyerken babamı duydum ama. “Ankara’dan getirdiğim ithal iplerle boğacağız bu sefer çocuklar, ithal işkence ipinden getirdim.”
Ben işkenceyi biliyorum. Çiftliğin salonuna parke döşeyen ustalar parkeleri döşedikten sonra lastikli kayış gibi bir şeyle parkeleri sıkıştırıyorlardı. O ne diye sorduğumda “gerdirme” dedi. “İşkence” de denirmiş, “cendere” de dendiği olurmuş. Parke parçalarını bir arada tutmak, dağılmalarını engellemek için bunu yapmak şartmış. Babam kendini gerdirmeye benzetirdi. Bu aileyi ben tutuyorum bir arada derdi. Ben olmasam haliniz harap derdi. Babam olmasa ailemiz dağılırmış, her birimiz yellerde savrulur, kurda kuşa yem olurmuşuz. Ne severdi bu atasözünü. Kurda kuşa yem olurmuşuz.
Olduk da. Olalım da. Güneş nasıl kavuruyordu o öğlen. Seni terbiye edeceklerdi Tay. Boynuna geçen ilk kementten sonra gözlerin öyle büyüdü ki… daha sonra o gözleri Picasso’nun Guernica’sında gördüm. Sen boynundaki ipi hızla çektin. Koştun, koştun… ben de koştum…
Bu sefer yetişeceğim. Ölürüm yetişmezsem.
Babam, “alın şu boku ayağımın altından, ezilecek!” diye bağırıyor koşuyordu bir yandan da. Bok benim. Tay, senin aklına nerden geldi çiftliğin arkasındaki vadiye açılan yara doğru koşmak? Oysa ben gece denize benzediği şimdi aklıma gelen o vadide seninle birlikte yıldızlara bakmak isterdim Tay.
Delleniverdim işte. Senin ipini kopartmış uçurtma gibi yardan aşağı uçtuğunu görünce…
“Tayyy!”
“Tay” ne güzel bir kelime. Söylerken, yüzüne bir gülücük yayılıyor insanın. Babam o anda attı ithal ipten kemendini ve kocaman elleri her zamanki gibi mahirdi, sarıverdi kemendi senin o dal gibi narin boynunu. Gözlerin gene Guernica oldu. Seni yardan yukarı çekmeye çalışıyordu babam. İthal ip yardan aşağı gerildi gerildi. Gerdirme baba. O daha tay. Babam yavaş yavaş çekiyor seni. Gözlerin nasıl oldu öyle. Birazdan birkaç ithal ip daha geçecek boynuna, işkence yeniden başlayacak. Ellerime baktım. Ufacık lan ellerin senin, kız elleri gibi! Uzat lan ellerini, uzat da amcalar görsün erkek eli nasıl olurmuş! Rakı sofrasındaki amcalar ellerime bakacaklar gene, gülecekler kirli dişleriyle. Kız olacak bir şeymiş bu yav! Gülerlerdi. Uzat bakiim ellerini!!!!
Ölürüm bu sefer yetişemezsem.
Uzattım. Babamın yarın ucundaki çizmeleri kaydı. Kanatlanıp uçmak ister gibi sallıyor kollarını babam.
“Tayyy!!!”
Ben istemiyorum ki babam tay boğsun. O kayış gibi sert eldivenleri giymesin, kırbaç şaklatmasın, çizmeleriyle düşlerimi arşınlamasın. Sıkıldım, sıkıldık babamın heybetinden. Ah Tay. Ben istedim ki seni boğmasınlar. Ben istedim ki seni terbiye edemesinler. Sana da can havliyle kabul ettirsinler istemedim. Ben istedim ki…
Babamla birlikte yardan aşağı tam da üç yol ağzına… Aranızdaki mesafede ithal ip duruyor. İzi senin boynunda. Babam yerde Sfenks gibi yatıyor. Başı öne düşmüş Sfenks gibi.
İkisinin de boynu kırılmış, dedi biri. Duydum.
Sen dört ayaklısın, babam ise iki.
Şimdi çok uzaklardayım. Tay boğan, Zeytin öldüren, samanın altından su yürümüş o illere bir daha dönmem. Anadut memleket. Dirgen. Üç dişli çatal.
İp atlamıyorum. Annemin kadife elleri üstümde, emetemin kekikli bağrı aklımda, gözlerin hep gözümün önünde de ondan Tay. Ayaktayım.
Babam tay boğmayı çok severdi. Başka türlü ayakta duramazmış insanoğlu.

Haziran, 2000, Ankara