KÜLT KENTLER, İKONLARI ve BODYGUARD’LARI
İstanbul&New York ile Ankara&Washington
YUSUF ERADAM
Korkunç bir terkedilmişlik duygusu. Dünyanın bütün
varlıklarını bağrıma bassam bile korunmasız kalırım.
Albert Camus, Amerika
“Bin yıldır saydam yüzümüzde ölümü seyrediyoruz.
Kımıltısız günler geçiyor bu sonsuz cam kovuklarda.
Bembeyaz gelinlikler gibiyiz. Bembeyaz kefenler
gibi…Öylece durduk. Sonsuza bıkakılmış bir çeyizdik
biz. En uzun yolculuğa çıktık, yola çıktığımız yere
bırakılarak.”
Murathan Mungan, Son Istanbul
Resmi Akropol modern barbarlık kavramlarının en
büyüklerinin de ötesinde. Anlatmak imkânsızdır sürekli
gri gökyüzünün meydana getirdiği donuk günü, binaların
imparatorluğa özgü parlaklığını, ve toprağın üstündeki
ebedî karı.
Arthur Rimbaud, Cehennemde Bir Mevsim-Aydınlanışlar
Camus’nün büyük ölçüde katıldığım bu sözüne karşın, Amerikalıyı, parmağını oynattığı anda dünyayı aç ya da tok kılabilen adam diye tanımlayan Alman yazar Erwin Rosen, Birinci kânun 1919’da Hamburg’dan şunları söylüyor “biz Almanlar için mühim” (1944:5) dediği Amerika ve Amerikalı hakkında:
“Newyork limanlarının, vapur pervanelriyle kamçılanmış, harekât dolu sularındaki bir
küçük adasından büyük, heybetli ve çok sakin bir heykel yükselmektedir. Adanın adı
Hürriyet adasıdır; Heykel hürriyet ilâhesinin anıtıdır. Başı şua demetiyle taçlanmış bu pek
büyük kadın gövdesi meşale tutan sağ elini gururla göğe duğru kaldırmış. Arkasında
devşehrin tatsız taş yığınları yükseliyor. Bu sularda bazan tiz, ve bazan da hafif, muhtelif
renkli sadalarla, karmakarışık ve gürültülü Amerikan hayat mücadelesi ötüyor. Heykel
burada donmuş gibi duruyor. O büyük bir sanat eseri değildir. O madenden dökülmüş bir
levhadır. Amerika’lı, ister kadın veya erkek, çocuk veya delikanlı olsun, büyük Osean
veya sahil vapurlarından adayı ve heykeli görünce, başını dimdik daha yukarı kaldıracak
ve kalbinin daha çabuk vurduğunu sezecektir. Çünki, bakırdan yapılmış olan devheykel
Amerika’lının mezhebini vâzediyor:
Amerikalı hürdür.
Amerika dünyanın en güzel, en büyük ve en iyi memleketidir.
Geceleri yaldızlı taçta elektrik ışıkları parlıyor ve meşaleden çok uzağa beyaz ziya
hüzmeleri akıyor. Uzakta şehir gürleyor. Uzakta mukavves ve yuvarlak, kırmızımtrak
cilâlı, tuhaf şekilde müdevver ve köşeli şekillerle Nevyork’un çılgınca gürliyen ışık
deryası parlıyor. Hürriyet ilâhesinin döktüğü ziya nehri çok uzaklara şua demetleri
saçmaktadır. Bunlar sanki sonsuzluğa gidiyor ve uçsuz bucaksız olan bu memleketin
üzerine dökülüyor. Kadın heykelin meşalesi dışarıya döktüğü ışığın en keskinidir. Her ne
kadar hürriyet ilâhesinin âbidesi muhteşem bir jest olup hiçbir millet tarafından böyle bir
âbide yapılmamış ise de, bir o kadar da garbe doğru atılan ve uzağa giden, elçiye
benziyen, bu dümdüz ışık hattı sembolik bir mâna taşımaktadır. Bu hatta Amerikan hattı
denebilirdi. (9-10) [Sadece italik vurgular benim, çeviri, imleme vb. hatalara
dokunmadım.]
Albert Camus’nün “Sevgiyi bilmeyen bir ülke burası,” (27) dediği Amerika bu. Camus’ye göre “Ölülerin oturduğu” (33) kent burası, New York City. Gel gelelim, New York Üçlemesi adlı romanının Cam Kent ve Kilitli Oda adlı iki kitabını Türkçe’ye çevirdiğim ve kendisiyle söyleşi yapmak üzere kapısına bilmem kaç sınavdan geçtikten ve Brooklyn’de yolumu kaybettikten sonra dineldiğim Paul Auster da, beni deli etmek ister gibi diyor ki; “ New York dünyanın ta kendisidir!” (Busnel, 5)
Turistler için hazırlanmış bol fotoğraflı yeni bir kitapta ise şunlar yazıyor:
“New York dünya başkentidir; finans bölgesi en önemlisi olduğundan değil, ya da en
güzel alışveriş merkezlerine sahip olduğundan da değil, ya da en büyük yayınevlerine
sahip olduğundan da değil, ya da en güzel, en yeni limanlara sahip olduğundan da değil de
New York herkes tarafından oluşturulduğu için böyle…Gezegenin her yanından gelen Bay
Herkes’in memleketi, hatta belki de, başka gezegenlerden gelen birkaç yaratığın da
ülkesidir burası… New York’un kişiliği hiç durmayan büyük göçlerle oluşturulmuştur ve
bugün bile hâlâ bu kent tarafından soğurulmaktadır.” (1998) [vurgular
benim]
Soğurulması (“be absorbed into the city”) diyor turistler için hazırlanmış ve kapağında Empire State Binası ortalanmış bir New York fotosu bulunan kitapcık. Amerika’nın erime kazanı (melting pot) betimlemesine uygun. Vurguladığım yerlerin üstünkörü bir söylem çözümlemesini yaparsak, öncelikle kentin evrensel bir kent olduğu (kozmopolis) hatırlatıldıktan ve bu mutlak bir doğru gibi vurgulandıktan sonra bu saptamanın gerekçeleri sıralanmaktadır. Ondan değil, bundan değil ifadeleri özellikle NY’un her şeyin en büyüğüne, en güzeline vb. sahip olduğunu söylemektedir. En’lerin kentidir NY, ve en azından salt bu yüzden kült olmayı hak etmiştir. Gel gelelim, turistik kitapçığın adı belli olmayan yazarı bir söyleni yinelemekten geri durmuyor. O da; NY’un çokkültürlü olduğudur ve bu kente göçen herkes bireysel kültürlerini bu bütüne katıyorlar ama bu erime kazanında kişiliklerini yitirmiyorlar demeye getiriyor. Bilindiği üzere, Amerikalının kendisi bile artık ‘melting pot’ tamlamasını kullanmıyor. Bunun yerine bu turistik kitapçığının söylemine de uygun olarak “mozaik” daha çok yeğleniyor. Amerika bütünü içine giren yok olmuyor, aksine o bütün onsuz olamıyor. (Bu düşüncenin gerisinde Amerika’lının pek yad etmediği doğu düşünce sistemleri, Rumi ve tasavvuf düşüncesi yatar, ama Amerikalı bu fikirlerin babasının aşkıncı (transandantalist) Ralph Waldo Emerson olduğunu sanır. Önce Hollanda, sonra da İngiliz sömürgesi olan NY tarihi, Amerika’nın ilk göçmenleri arasında sayılan Kaptan Henry Hudson’ın güzel bir ırmak ve nefis bir koy keşfetmesi ile başlar. Irmağa Hudson Nehri adı verilir ve Kızılderili Manhattanik’in “Sarhoş olduğumuz ada” dediği yere de Manhattan denir. Hollandalılar Amsterdam’ın başına New ekleyip New Amsterdam yapmışlar, sonra Dutch East India Şirketi 1621’de bir anlaşma ile Yeni Hollanda’yı işletme hakkını ele geçirir geçirmez de Manhattan adasını yerlilerden tam altmış guilders’e satın alıverir. (Maurois, 39) Böyle başlayan talan ve sömürgecilik düzeni bugün ABD diye bildiğimiz eyaletlerin her yeri için geçerlidir ve ama birkaç boncuk, battaniye, kürk ve öğretilmiş alışkanlık ateş suyu karşılığında ya da katliamlarla yerlilerin toprakları ellerinden alınmıştır. Kimi iddialara göre 60 milyonun üzerinde Kızılderilinin katledildiği Amerika’nın kuruluş tarihinde elbette söylenlere, efsanelere gereksinim vardır. Çocukluğumuzda John Wayne’li filmleri sevişimiz, kızılderililerin kafaderisi yüzmekten zevk alan sapık canavarlar olduklarını öğretmedi mi bize Çelik Bilek, Tommiks, Zagor, Teks vb. Barbie ve Killing dergileri ile de başka Amerikan değerlerini daha küçük yaştan beğeni ve doğrular haznemize kazıyıverdik farkına varmadan.
İlk kez 1988’de gittiğim NY’u çok sevmeme karşın uzaktan edindiğim izlenim değildi gördüğüm. Amerika sinemada, TV’de gördüğümden çok farklıydı. Bu farklılığı, 1868 yılında bitirdiği American Notes adlı anı kitabında İngiliz yazar Charles Dickens hafif bir alay ile şöyle dile getirmiş:
Amerika’nın bu güzel metropolü kesinlikle Boston kadar temiz bir kent değilse de birçok
caddeleri aynı karakteristikleri taşıyor; sadece NY’un evlerinin renkleri o kadar canlı değil,
işaret levhaları o kadar süslü püslü değil, altın kaplama gibi duran harflerde pek altın yok,
tuğlalar pek o kadar kırmızı değil, …(70)
Oliver Twist ve Hard Times gibi romanlarında özellikle endüstriyel çocuk emeğinin suistimali ve işçilerin, yoksul ve yoksunların sorunlarına hassasiyeti ile sevdiğim Dickens NY’un ara sokaklarının pislik ve sefaletini Londra’nın ara sokaklarına benzetmeden de edemiyor.
İbn Batuta da, İstanbul Şehri’ni, benzer bir dikkatle şöyle betimliyor:
“Bu şehir büyüklük bakımından son dereceyi bulur. İki parçaya ayrılır. Bu iki parça
arasında Magrib’te Vadi-Sela’ya benzeyen ve sularında gel-git olayı görülen büyük bir
ırmak vardır (Absumi, Abeynon, Abeyanum)…Şehrin duvarları tepeyi olduğu gibi çevirir,
ne denizden, ne karadan kimsenin içeriye girmesine meydan verilmez. Şehrin merkezinde
ise onüç kadar büyük mahalle ile büyük bir kilise vardır. Şehrin öteki parçasına gelince,
burasının adı Galata olup…bu bölgede frenk tâifesi yerleşmiş bulunmaktadır. Bunların
hepsi tüccar olup, Cenovalılar, Venedikliler, Lâtinler ve Fransızlardan ibarettirler…
İmparatora her yıl belirli bir vergi ödemeleri gerekli ise de, çoğu kere ona baş kaldırırlar.
Bunun sonunda iki taraf savaşa tutuşur ve aralarını ancak Papa bulur. Hemen hemen hepsi
ticaretle uğraşırlar. Sahip oldukları liman en işlek limanlardan biri sayılır…Bu kısımdaki
çarşılar zengin olmakla beraber tarif edilemiyecek derecede pisti. Şehri ufak bir dere
ayırırsa da buradan çirkef ve lâğım suları akar.” (116-117)
Gesi bağları türküsünü çığırdığım sıralar daha yeni tutmuşuz Ankara yolunu, Bor’un (Niğde) tozlu bağ yollarını ve toprak damlı tek göz evimizi geride bırakıp. İstanbul hiç hesapta yoktu Ankara’ya taşındığımızda (1962). İki yıl sonra da ilkokulu Ankara’da bitirip düşmüşüm anamla o sadece adını duyduğumuz masalsı kent İstanbul yoluna, malum Darüşşafaka’da okuyacağım. (Benim de söylenleştirdiğim/mitik öyküm bu, anlatır da anlatırım bu kopuş ve yol ya da göç öykümü, bir gün belki de-mythify da ederim kim bilir?) Darüşşafaka’ya teslim olmadan önce bize evinin kapısını açan Necip amcamın evine gidiyoruz. Belediye otobüsünün arkasındaki çukur alandayım. Kulağıma anlamadığım bir dilde sohbet eden insanların sesi çarpıyor. Başımı kaldırıyorum. Onlar yabancı değiller ki mutlu mesut sohbet ediyorlar. Ben Türküm, İstanbul’da Türkiye’de; e, ben niye sıkı sıkıya yapıştım anamın eteğine peki. Yabancıyım. Ben bu kentte yabancıyım. Bu duygum, amcam tambur çalıp bana şarkı söyletene kadar taşınamayası bir yüktü. (Bunaldığım ortam, yer ya da mekanlarda içimden bir sesin hep “çabuk çık buradan” deyişi belki İstanbul ile tanıştığım günlerden kalmadır belki de). Çünkü tambur eşliğinde “Biraz kül biraz duman, o benim işte” diye çığırmaya başladığımda balkonlara, pencerelere insanlar üşüştü. Ertesi gün komşu kızın piyanolu evinde doğum günü partisine şarkı söylemek üzere çağrılışım ile benzeri konuları geviş getirir gibi işleyen Ediz Hun ile Hülya Koçyiğit’li, Zeki Müren ile Belgin Doruk’lu Yeşilçam melodramlarını sevişim de bu yüzden.
Ben İstanbul virüsünü yediğim yıl daha on bir yaşımdaydım. Aileden kopuş ve İstanbul’a hem ödüm koparak, hem de nefret ederek aşık oldum. Mehmet Altan’ın Amerikan Rapsodisi’nin girişinde dediği gibi “bilimin ve düşüncenin şaşırtıcı değişim hızını yaşayan bir toplumun serüveniyle” (10) kesişmedi benim kişisel serüvenim. Ben Amerika ile tanışmadan önce Avrupa kültürü ile büyüdüm diyemiyorum, Darüşşafaka’daki o birbirinden değerli öğretmenlerimin Türk, İngiliz, İrlandalı, Amerikalı olmalarına karşın, derslerin çoğunda İngilizce konuşulmasına karşın ben gezmeyi sevdim, ama ilk aşkım İstanbul’dan başkasına aşık olamadım. Yatılı okulun duvarları içinde kalan çocukluğum, ilk gençliğim de bu aşk başlangıcını hep aramayı, yitirilmiş çocukluğumun orada biteviye, bile bile lades arayışını keyfe keder bir yaşama biçimi haline getirişimin sebebi ise, bir yanımın hep şefkati bulduğum bilâd-i Rûm’da (İbn Batuta, 3) kalmasına karşın İstanbul’un büyüsüne ve bana sunduğu düşlere kendimi kaptırıvermemdir.
Beni geçelim şimdilik, ama bu mitleştirme, yani söylenleştirme yöntemi bir kentin kültleşmesi için birinci derecede önemli. Bu sürecin işlerlik ve işlevsellik kazanması için de önce o kentin bireysel gözlemlerden önce uzaktan kumandalı imge ve simgeleriyle (şarkılar, türküler, sinema vb. popüler kültür ürünleri sayesinde) kişiyi önce cezbetmesi gerekir. Böylelikle oluşan zeminde, kişi o kentle tanıştıktan sonra o kentin bütün arkabahçelerini görse, yani her tür çirkinliği ile tanışsa bile ilk aşk etkisini sürdürebilir.
Bir kent söylensel kimliğini önce çeşitli anlatılarda oluşturur: Örneğin, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde ünlü gezgin şimdi hem Hıristiyan hem de Müslümanlar için önemli anıt kilise-cami Ayasofya’ya Sultan Mehmet Han’ın girişini, içerdeki rahipleri kılıçtan geçirişini, her yeri kana bulayışını, dört kanatlı oku kubbeye alametim olsun diyerek fırlatışını keyifle anlatır. (41) Daha sonra da büyük olasılıkla bugünkü Balat’ta Puzantia Kayser tarafından yaptırılmış eski bir kilisenin efsanevi yapılış sebebini anlatır:
“Hazreti İsa halifelerinden ve Havâriler’den Şem’ûn, İstanbul’a gelip o ferah ve güzel
yerde ibadetle meşgul oldu. Bütün yabani hayvanlarla alışkanlık peyda ederek onlara su
vermek için yeri kazdı. Kazdığı yerden bir hayat suyu çıktı. Bütün hayvanlar oradan
susuzluklarını giderdiler. Sonra Şem’un oraya bir ibadethane yaptı. Zamanla Puzantin
Kıral o pınarlar üzerine adı geçen büyük kiliseyi yaptırdı.” (42)
Bir kişiyi, nesneyi, mekânı kutsileştirip ona dokunulmazlık kazandırmak için bunun gibi hikâyeler anlatmak, öyle bir olay olmamışsa da olmuş gibi anlatmak, yani uydurmak zorunludur.
Evliya Çelebi gibi [rüyasında] “Peygamber’i görüp şefaat yerine yanlışlıkla seyahat dileyen gezginler, doğru ya da yanlış, eksik ya da fazla anlatıyor olsun ya da olmasınlar, kült kentlerin efsaneleşmesine katkıda bulunurlar. Evliya Çelebi de seyahatnamesinde İstanbul’un imarethanelerinden, ikon binalarına, marifet sahibi üstadlarına kadar birçok özelliğini över. Abartılı, masalsı dil her zaman işe yarar, inansak da inanmasak da lambadaki cinlerin cirit attığı bir İstanbul’dur dört yol ağzında kültleşen:
Çelebi’nin abartılı anlatısındaki bazı “Marifet Sahibi Üstadlar” şunlar:
“Fenni Çelebi: Mel’un İblis’e ders verir, pireyi kafese koyar, biti arabaya koşar bir
marifetli idi. Güzel şiirleri de vardır.” (117)
Daha sonra da Galata Kulesi’nin tepesinden kendisini lodosa bırakıp uçarak Üsküdar’daki Doğancılar Meydanı’na inen Hezârfen Ahmed Çelebi’yi, yedi kollu fişek yapıp üstüne binerek göğe yükselen ve Padişah’a İsa peygamberden selam getiren Lâgarî Hasan Çelebi’yi, elleri bağlı halde meşin harar içine konup Saray Burnu’ndan denize atılan ve burnu bile kanamadan su yüzüne çıkan Şâdi Çelebi’yi, üstüne resim ve yazılar oyduğu taşı fır fır döndüren Nâsır Habîb-i Mağribî’yi anlatır. (117-119) Özetle söylemek gerekirse, bir kentin kültleşmesinde efsanevi sakinleri de sorumludur, onların varlığı da şarttır. Günümüzde böylesi kişilerin öykülerini yeniden canlandıran Sunay Akın ve Akgün Akova gibi sanatçı ya da araştırmacılar da bu belleği ayakta tutmak ve dünyanın bu kült kent etrafında döndüğünü göstermek için çalışmalar yapmaktadırlar. Ancak böyle çalışmalar sayesinde kentin ikonları arketipik (ilkörneksel) kalıcılıkları sayesinde kutsal ve korunması gereken oda (temenos) anlamlarını giyinirler ve bu anlamlar, özellikle de kentin çokkültürlü bir bütün oluşu kuşaktan kuşağa aktarılarak kentin bir dünya kenti olma özelliği korunur belleklerde. Bu bağlamda da, New York ile İstanbul biriciktirler. Bugün de bu kült kentlerin büyülü mekânlar oluşu bu arketipik ikonların, o kentin kendinliğinin kanıtı, göstergesi olan bu imge ve simgelerin varlığına bağlıdır. (Özal zamanında Ankara’nın ünlü taşından ustaların elleriyle şekillendirdiği taşların kaldırımlardan ve DTCF benzeri eski binaların bahçelerinden sökülmesi, Ankara’nın taşına bağlı ontolojik gururunu yok etmiştir. Şimdi fabrikalarda yapılan betton vb. karışımı ve yağmurlarda eriyip çevre kirlenmesine sebep olan taşımsılarla kaplıdır Ankara. İhmal edilmiş bir iki ara sokakta eski Ankara taşlarını görünce eski bir dostu, kimliğimin unuttuğum sevilesi bir yanını bulmuş gibi seviniyorum.)
Kült kent, Raymond Williams’ın (1975) da belirttiği gibi kırsal yörelerin doğallığının tersine “elde edilmiş, insanın kendisinin yaptığı, inşa ettiği yapay merkezlerdir” (achieved center). Başkent ya da kült kent, kent sakinlerinin inşa ettiği yönetim merkezleridirler, dini merkezdirler, pazar yerleridirler, yani ticaret merkezleri ya da limanlarıdırlar ki endüstriyel yoğunluğun oralarda yaşanıyor olması da ayırıcı bir uygarlık biçimi olarak bu kentlerin ontolojik değerlerine değer katar. Gürültülü ve/ya da ışıltılı yaşam biçemiyle de kırsal yöre sakinlerini cezbeder dururlar. Amerikan doğalcılık akımının ustalarından Theodore Dreiser’ın Sister Carrie adlı romanı da kırsal yörenin cahil ve donanımsız genç kadını Caroline Meeber’ın kentlerin bu cazibesine kendini kaptırıp trene atlayışını anlatarak başlar. Bizde de “götürmeyin beni kente, köyümden razıyım ben” benzeri sözlerle donatılmış şarkılar da, “Emmoğlu” gibi türküler de bu gerçeğe, yani kentin kırsal yöre insanını yutma, soğurma özelliğine, bir başka deyişle, bir kez kült kentin büyüsüne kendini kaptıranların Fadime’nin düğününde halay çekmek için köylerine dönmeyecekleri gerçeğine göndermedir. Kült kentin yeni kitleleri kendilerini bu şarkılar ve türkülerde bulurlar ve yalnız olmadıklarını düşünürler cennet gibi görünen cehennemde soğurulurken.
Jean Baudrillard, Amerika adlı kitabında kült kentin bu ışıltılı ve gürültülü ontolojik karakteristiklerini şöyle anlatıyor:
“Gece gündüz daha çok canavar düdüğü sesi duyuluyor burada. Arabalar daha hızlı
gidiyorlar, reklamlar daha saldırgan. Fuhuş adamakıllı yaygın. Elektrik ışığı da öyle.
Oyuna gelince, her çeşit oyun yoğunlaşıyor. Dünyanın merkezine yaklaşıldığında, bu hep
böyledir. Ama insanlar gülümsüyorlar, hatta gitgide daha çok gülümsüyorlar; ama hiçbir
zaman birbirlerine değil, her zaman yalnız kendileri için gülümsüyorlar.” (24)
Müthiş bir yalnızlık ve yabancılaşma saptaması bu. Gel gelelim, bu kente özgü sesler, görüntüler, uğultu ve kalabalık, pislik, pahalılık vb. yakındığımız her şey de kenti kent yapar. Kentin ruhumuzu bunaltan bu özelliklerinden de kaçarız yaz gelince, yine ona dönmek üzere. Baudrillard, daha sonra bu kentin insanlarının yüzlerinin çeşitliliğinin dehşetini yaşıyor ve bize de yansıtıyor. Tek başına yaşayıp, şarkı söyleyen telef olmuş ve birbirlerinden kaçan insanlara ve kente egemen yalnızlık kültürüne dikkat çekiyor (25). Bunu da “Rönesans kentlerinin büyüklenmesi[ne], kurumu[na]” bağlıyor. (27)
“Burada bulunmanın hiçbir insani nedeni yok; iç içe, birbirine yakın yaşamanın verdiği esrime dışında.” (26).
Bu iç içeliğe, hiçbir hayrını görmeseniz de iki adım ötenizdeki dairede başkalarının yaşadığını bilmek yine kentin öğrettiği yalnızlığın da çaresidir. Bu anlamda kent hem belayı, alemde yapayalnız kalabilirim korkusunu öğretir (Vanilla Sky filminde bomboş Times Meydanı’nda koşuşturan Tom Cruise’u anımsayın), sonra da komşularımızın yine yakındığımız tuvalet gürültülerini bile özletir bize.
Baudrillard, New York benzeri kült kentlerin içkin bir özelliği olan şiddete de dikkatimizi çekiyor, özellikle ikonlaşmış yapıların insan üzerinde oluşturduğu şiddete (26). Bu bağlamda da Kanada kentleri ile bir kıyaslama yapıyor ve Montreal’deki binaların ya da etnik grupların varlığının bireyi ezmediğini söyleyerek kült kent New York’un bir mekân olarak düşüncenin ta kendisi olduğuna dikkatimizi çekiyor (27). Eh, ne de olsa Kanada’nın oluşumunda Fransız emperyal düşüncesi de hakimdir, André Maurois’nın da dikkatlerimizi çektiği gibi. (43-49)
Baudrillard, kült kentin yaşam tarzındaki şiddeti şöyle ifade ediyor:
“Buralarda tam olarak tarihsel ve siyasal sahne pek az önem taşır, ama değişikliğin gücü
teknoloji, ırkların farklılığı, medya ile beslenmiş olsa da büyüktür. Bu, yaşam biçimindeki
şiddetin ta kendisidir.” (29)
Bu farklılık, bu çeşitlilik, medyanın büyüterek ve yine çeşitli korku ve umutlarımız ile bağlantılarını kurmamızı sağlayarak işlediği ve de hatta yanıbaşımızda olmasını hem çok istediğimiz, hem de hırsız ya da katil olabileceği öğretilen ötekilerle bir arada sürdürülen yaşam tarzının ta kendisidir şiddet, bu dilin ve bu dille, göstergelerle oluşan total etkidir insanı yutan, soğuran.
“New York’ta kentin topaç gibi fırıl fırıl dönmesi öylesine şiddetli, merkezkaç gücü de
öylesine büyük ki iki kişi olarak birlikte yaşamayı, bir kişinin yaşamını paylaşmayı
düşünmek insanüstü bir şey. Yalnızca kabileler, sokak çeteleri, mafya, gizli dernekler ya
da sapkın toplulukların üyeleri birlikte yaşamayı sürdürebilirler, çiftler değil. Burası, içine
hayvanların cinslerini tufandan kurtarmak için ikişer ikişer bindikleri Nuh’un gemisi
karşıtı bir gemi. Burada şaşılası ikinci Nuh’un gemisine herkes, erkek ya da kadın, tek
başına binmiş; her akşam son ‘parti’ için hayatta kalanları bulmak o erkek ya da kadına
düşüyor.” (29)
Çılgınlığın dolaşımının mekânında kocaman bir yalnızlıklar kültürüdür kült kent. New York da öyle, İstanbul da. Hayran olunası, ama aynı zamanda da dehşet verici bir şekilde göze alınasıdır; güzel ve güzel olduğunun farkında olan bir kadın gibidir kült kent. Bu yüzden tahrik edicidir kült kentin varlığı. Erkeksen gel de katıl bana, katıl bu “kıyamet maratonuna” (30) der uzaktan uzaktan.
İkonlar:
Sadece İstanbul’a özgü ne var deyince, herkes başka bir şey söyleyecektir. Liste, kişiden kişiye uzayıp gidecektir.
İkon binalar zaman içinde o kenti kült yapan mihenk taşları haline dönüşür. Giderseniz görmeden dönmeyin denen, yoksa oradaydım diyemeyeceğiniz İstanbul yapılarından ve benim için İstanbul’u, ya da Dersaadet’i kült yapan görüntülerden aklıma gelenler ve fotoğrafla da belgelemeyi ihmal etmediğim imge ya da simgeler şunlar:
Ayasofya başta olmak üzere Sultanahmet ve çevresinde bulunan tüm yapı ve dikilitaşlar külliyatı; kuleler (Kız Kulesi, Galata Kulesi ve Sabancı Center gibi yeni kuleler), Hisarlar (Anadolu ve Rumeli Hisar’ları), Surlar, Çeşmeler, Pera Palas, su yolları, cami, kilise, sinagog gibi tapınma yerleri ve güvercinleri, saraylar (Topkapı Sarayı ve çevresi; Dolmabahçe, Beylerbeyi, Yıldız, Çırağan vb.); Haliç, Galata köprüsü, yaz köşkleri, kasrlar; Kariye Müzesi; İstiklal Caddesi, Taksim Meydanı, Ortaköy, Laila, Reyna gibi gece mabetler, The Marmara, Sheraton gibi dev oteller, yalılar, hâlâ direnen bir zahireci ya da sünnetçi, bina yüzeylerini kaplayan dev reklam panolar, dantelli el işi perdeler, parklarda bavulunu bacakları arasına almış uyuyan gurbetçiler, çiçekçiler, şehir vapurları, burger merkezlerinin arkasında kaybolmuş katedraller, balık tutan tesettürlü tesettürsüz kadınlar, mahallenin simgesi olmuş bakkal ya da balıkçı, teknelerde ekmek arası balık satanlar, Nisan ve Haziran aylarında kurulan dalyanlar, o dalyanların cümbüşü, meydanlarda konser veren engelliler, alışveriş merkezleri önünde telef olan sokak insanları, kediler, tarihi kapılar, iskeleler, ille de Boğaz, Boğaz köprüleri ve fıstıklı çam ağaçları üstünden doğan ay ve şarkılardan eksilmeyen mehtap, çınaraltı çay bahçeleri, sıcakta bunalınca tezgâhının üstüne “Çeşmenin gölgesindeyim,” diye duyurular asabilen seyyar satıcılar, simitçiler, dönerciler, kestane kebapçılar, kokoreççiler, cami avlusunu süpüren sonradan müslüman olmuş Afrikalı, pos bıyıklı erkekler, naylon torbalı, kara çarşaflı ya da balkonunda nakış işleyen kadınlar, aile bütçesine katkı için kağıt mendil, ayakkabı boyayan ya da çöp karıştıran ya da bahçede evcilik oynayan çocuklar, şiddete de başvurabilen tinerciler, yaşantılarının özel yanlarını dışa vurmayan lüks villa ya da yalıların yanıbaşında çamaşır asılı balkonlar, Tünel girişinde tramvay beklerken mısır yiyen takım elbiseli yaşlı, çakmağıma gaz doldurduğu günün akşamüstü belediyecilerin “Kulübeni buradan kaldırıyoruz, çevre düzenlemesi yapacağız,” demesi üzerine kalp krizinden ölen Hasan, taş fırınların vitrinindeki ekmekler, ışıltılı Amerikan barları, parklarda sevişen sevgililer, serinlemek için suya atlayan gençler, Çengelköy hıyarı, martılar, telaş içinde gelip gidenlerin geçici durakları otobüs terminalleri, garlar ya da hava alanları, yorgun işçiler, pencerelerdeki saksılar, saksılardaki çiçeklere hâlâ takılan yumurta kabukları, Singer dikiş makinesi kullanan kundura tamircileri, yaşlıların vakit öldürdükleri kahvehaneler, nargileciler, su kayağı yapan kentsoylular, Yahya Kemal Beyatlı, Münir Nurettin Selçuk, Sezen Aksu… Az kalsın unutuyordum, Ankara’da çok özlediğim ve ayarını tutturabildiğim zaman dinlemekten keyif duyduğum bir de radyosu var bu kült kentin: Açık Radyo.
New York’un aklıma bir çırpıda gelen ikon imge ve simgeleri de şunlar:
Emperyal duruşunu simgeleyen Empire State binası şimdilerde başı çekerken, zerafeti ile Chrysler binası, özgürlüğü ve Amerikan hülyasının herkese sunduğu fırsatları simgelemesiyle Özgürlük heykeli (Hürriyet İlahesi!) ve bu hülyaya açılan kapı Ellis Adası, kentin ciğeri olması ile Central Park, Washington Square Park, borsanın kalbi Wall Street, yapılışındaki efsanelerle Brooklyn Köprüsü, Metropolitan Müzesi ve konser salonu ya da American Museum of Natural History, Guggenheim Müzesi, Halk Kütüphanesi, Broadway gibi eğlence ve kültür merkezleri, Coney Adası, Bronx Hayvanat Bahçesi, Grand Central garı, Times Meydanı, Pier 17, East Village, sanatçıların mekânı Greenwich Village, China Town, Small Italy gibi mahalleler, hemen her köşe başındaki sosisli sandöviç satıcıları, sarı taksileri, James Dean, Marlyn Monroe, Elvis Presley gibi popüler kültür şahsiyetleri, kovalamaca sahnelerinin yer aldığı geniş caddeleri ve binaların cephelerinde bile bulunan yangın merdivenleri gibi tipik mimari özellikleri ve turist tuzağı dükkânları, seyyar satıcıları, spor ayakkabılarıyla ve kulaklarındaki walkman’leriyle oradan oraya koşturan sakinleri ve tabii ki metrosu…
Kült kentleri aklımızda tutmaya yarayan bu kadar çok imge, simge, görüntü ile kıyaslandığında New York’un bodyguard’ı Washington’ın Beyaz Saray’ı, ünlü kütüphanesi, Senato binası, Forrest Gump filminde sevgililerin kavuştuğu dikilitaşlı meydan, Giacometti’nin kocaman bir oturan fallus heykelini bile sergileyebilen sanat müzeleri, günlerce gezmekle bitmeyecek Smithsonian müzeler alanı, Nisan ayında her yeri şenlendiren kiraz ağaçları …, İstanbul’un bodyguard’ı Ankara’nın ise kalesi, Meclis binası, Cumhurbaşkanlığı köşkü, Atakulesi, Kocatepe Camii, Anıt Kabir, Gençlik Parkı, Anadolu Medeniyetler Müzesi, Elmadağ, Atatürk Orman Çiftliği, Hilton, Sheraton, Karum alışveriş merkezi, Tunalı Hilmi Caddesi, keçisi, armudu, TRT’si, Ankaralı Turgut, “mektebin bacaları” türküsü kulağımdan gitmeyen Muazzez Türing… biraz cılız kalmaktadır. Öyle de olması gerekir çünkü bu kentler kült değildir, en azından henüz değil, ya da sadece kendi kozaları içinde, yani kentin kendi yerel ya da ulusal anlam ve çağrışımları ile ikonlaşmıştır bu imge ve simgeler ve henüz evrenselleşememişlerdir.
Güç, İktidar Yolunda Kült Kentler:
Huntington da bu konuya bir bölüm ayırmış (Bkz. 4. Bölüm) ve Jeffrey R. Barnett’in “Ulusal Güvenlik Politikası Olarak Dışlama” başlıklı makalesine dayanarak (Huntington, 109-110) dünya iktidarı yolunda sermaye piyasalarına egemenlik, borsa ve döviz gibi, deniz yollarını denetleyip kontrol altında bulundurma, askeri müdahalede bulunabilme konusunda yerleri dar ise bunu genişletme eğilimleri, bunun için de yüksek teknolojide silah, uzay, iletişim, birişim teknolojisine sahip olmalarına dikkat çekmiştir. Bu gücün beyinleri bodyguard diye nitelediğim Washington ve Ankara gibi başkentlerde ikamet ediyor olabilir, ama o güce coğrafi ya da demografik olarak sahip olan ve bu gücü daim kılacak kadın gibi doğurgan New York ya da İstanbul gibi kült kentlerdir. Bu kült kentlerin, antik dönemlerde de şimdi de ulaşım yolları üzerinde, ya da nehir ve deniz kıyılarında oluşu bu yüzdendir. (Efes gibi). Bu yüzden de Boğazlar çok önemlidir Türkiye için. Fetih ideasını ve buna ilaveten de yol ve ufuk paradigmalarını tarihinin ve kültürünün belkemiği yapmıştır Anglo-Sakson Amerika, ve İngiltere başta olmak üzere Batılı kapitalist-emperyalist ülkeler yine bu yüzden o boğazları ele geçirmek ya da denetleme mekanizmalarına sahip olabilmek için Türkiye ile iyi geçinmek zorundadırlar.
İktidar ile kült kentlerin ikonlarını bir başka kapitalist-emperyalist oyunla da bağlamak isterim. Kenti o kent yapan bütün ikonlar ve kentin Baudrillard’ın yukarda dediği ürküten ama aynı derecede de çekici şiddeti bir bakıma peçe vazifesi de görmektedir. Yine Baudrillard’ın dikkatimizi çektiği yapısal değer yasalarına göre belirlenen simülakrlar düzeni (Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, 78-135). Kopyalama düzeni neredeyse ölümsüzlük ile eş anlamlı hale gelmiştir (Halka adlı Amerikan filminin finalinde de ölümden böylelikle kurtulunur). Yalancı mermerden heykeller, üstünde su damlacıkları bile hazır bulunan kumaş ya da plastik çiçekler, ahşap gibi görünen ama daha dayanıklı dış kaplamalar vb. eski göstergeleri nostalji ile birlikte çağrıştıran bu göstergeler “gerekli” ya da “zorunlu” olduklarını simüle etmeyi sürdürmektedirler (79). Ben burada Baudrillard’dan da destek alarak, kapitalizmin “sahipsiz servet” var inancını da simüle ettiğini, ya da yanılsamasını kışkırttığını da söylemek istiyorum. Ama öncelikle Baudrillard bu dolduruşun beslenme kaynağını biraz kurcalayalım. Baudrillard şöyle diyor:
Bu sonsuz yeniden üretilme süreci içinde sistem kendi kökenleriyle ilgili efsaneyle birlikte,
bu süreç içinde oluşmuş ve kendisi tarafından salgılanmış tüm gönderge niteliği taşıyan
değerlerine de bir son vermektedir. Köken efsanesine bir son vererek kendi iç çelişkilerine
de (artık ne gerçek vardır ne de bu gerçekle karşılaştırılabilecek gönderen sistemleri) bir
son vermektedir. Böylelikle kendi sonu olarak nitelendirilebilecek efsaneye (kapitalizmin
yok olması) yani bizzat devrime de bir son vermektedir. (94)
Baudrillard, Dünya Ticaret Merkezi’nin “dikeyleme mücadeleye dayalı bir rekabet ürünü” (110) diye nitelediği gökdelenlerin (erektil fonksiyon halindeki eril ya da fallik rekabet de derdim ben buna) içinde ikiz binaların ya da kulelerin anlamına dikkat çekiyor. Bir dikeyleme mücadelenin karşısında durabilecek öteki, yani rakip de kendisidir ve bu kulenin rakibi de kendisinin tıpatıp aynısıdır (alter-ego’su da diyebiliriz bence).
“Birbirinin aynı iki tane gökdelen olması her tür rekabetin, her türlü özgün gönderenin
sona ermiş olduğu anlamına gelmektedir…Gösterge kendi ikizi tarafından yinelendiğinde
anlamlı kıldığı şey anlamını yitirmektedir.” (111)
Oysa Anglo-Sakson emperyalist-kapitalizmin yapmak istediği bu değildir. Bir yandan kapitalizmin yok olması efsanesine ve devrim olasılığına son vermektedir diye kabul edelim ve Baudrillard’a katılalım, ama gerek Amerika’nın, gerek Kanada’nın kuruluşlarında inanç odaklı çekişmeler, kavgalar ve savaşlar bulunduğunu da göz önüne alırsak, kapitalizmi eskiden olduğu gibi Haçlı Seferleri ile bağdaştırmak yeniden gerekmektedir. Çünkü New York gibi kült kentlere gelen herkesin gereksinimi olan bir simülakr vardır, o da servetin iktidarsız olduğu zannı, taşı toprağı altın bu kentin tüm altınlarına sahip olabilirim öğretilmiş hırsı. İşte bu simülakr’dır insanların tarlalarını bağlarını satıp İstanbul ya da New York yollarında hülyalara dalmaları. (Bence salt bu yüzden değilse de Sean Penn’in arabasıyla çölde giderken girdiği bir kasabadan çıkmaya çalışmasını ve çıkamayışını anlatan film U-Turn (U-Dönüşü) yeterince iyi değerlendirilememiştir. U-Dönüşü’nde Sean Penn, kasabanın dilberi Jennifer Lopez’i de alıp kaçamaz dışarı, dışına çıkamadığı kasabada mutlu bir yeni yaşam da kuramaz. Hücre, kapandır yeni yaşam ve hülyası olan bireye yok olmak düşer. Gel gelelim, sistem içindeyken kült kentlerin ikonlarının da desteklediği bir yanılgı hep sürer: “Benim için hâlâ bir şans var. Ben de başarabilirim.” Dikey kulelerin oluşturduğu ve hep gözümüze soktuğu bu beton ve çelik rekabet ve serveti ele geçirebilirsin hülyasının manzarası insanların bir yandan tüm değerlerini yitirmelerine yol açmakta, bir yandan da dogmalara, köktendinci yönetimlere oy atmakla örneğin sağlanabilecek bir karşı-duruş gereksinimine yönlendirmektedir. Amerika’nın da dünya iktidarı yolunda bu gereksinmeden yararlanması şarttır. Dünya Ticaret Merkezi devrildikten sonra yükselen militarist, şövenist, milliyetçi eğilimler böylece anlam kazanabilir. Öteki hep olmalıdır. İslamiyetin, islami köktendinci yönetimler Amerika’nın ya da batılı emperyalist ahbap çavuşların dünyanın başta su ve petrol olmak üzere temel içgüdümüz olan hayatta kalmayı sağlayan kaynaklarına egemen olmasını, kontrol altında bulundurmasını engellemediği sürece öteki olarak var olabilir.
Derin devlet ya da değil, sistemi ayakta tutmak için ötekini hem saf dışı etmek, hem de onu hep göz önünde bulundurmak gerekebilir. Caniler, gizli servis elemanları, kendi düşünce ve ideolojilerine ters düşen ve bu doğrultuda düşünce üreten ya da etkinliklerde insanları aydınlatmayı görev bilen ve salt bu yüzden işte katl-i vacip ilan ettikleri aydınları ya da sanatçıları kült kentlerde nedense hep faili meçhul bir şekilde öldürürler. Sonra onların öldürüldüğü noktalar mabetleşir, sokaklara onların adları verilir. Düşünce üreten ve milyonları aydınlıklara taşıyacak beyin ortadan kaldırılmış, kült kentin sıradan bir sokağının sıradan bir duvarı yatır ya da mabet ya da ağlama duvarı haline gelmiştir (Uğur Mumcu örneğinde olduğu gibi. Ankara’nın bu sokağı yaralıdır. İstanbul’un Taksim’i yaralıdır. New York City’nin Ground Zero’su (ikiz kulelerin şimdiki ve şimdilik boş yeri), Washington’un Pentagon’u yaralıdır vb.)
İkiz kuleler örneğinde de durum böyledir; ötekinin varlığı Baudrillard’ın dediği gibi birini anlamsızlaştırmakta olabilir, belki de salt bu yüzden Ground Zero’dur şimdiki boş alan, yani sıfır gibi, hem var hem yok ve bu yüzden Ground Zero yerine yapılacak anıtsal yapıda tek bir büyük kule olacak ve onu çemberle sarmış daha kısa diğer kuleler. Böylece, ikiz kulelerin, Baudrillard’ın iddiasının tersine, ben bu kuleye bakınca, onun üstündeyken ayaklarım sağlam zemine basıyor çünkü ikizim tam karşımda duruyor işte inancı sarsılmış olabilir, ama anlamsızlaşmamıştır çünkü hülya capcanlı oradadır. New York ya da insanların çoğu hayat kavgası içinde koşuştururken ve ekmeklerini taştan çıkarırken, giderek taşlaşan kült kentlerde hâlâ canlı olduklarını, hayalete dönüşmedikleri hissinin de simülasyonunu da talep ederler. Düş içinde gerçek, gerçek içinde düş silsilesi halindeki olay dizisi içinde Vanilla Sky filminden bu yüzden gözlerini aç komutu ile çıkarız. Filmi izlerken de gözlerimiz açıktır oysa.
Kült Kentler ve (Amerikan) Başarı Hülyası:
“Muvaffak olan haklıdır.” (Rosen, 13)
Sömürgenlerin çoğu da İstanbul’da, garibanlarımızın çoğu da. Vahşi kapitalizm her iki türü de çoğaltıp duruyor. Hülyayı gerçekleştiren daha da vahşileşiyor, paraya para demiyor, hırsın sonu gelmiyor, paraya mala mülke doyunca iktidar istiyor adam, daha fazla iste öğretisi gereği. Herkesin içinde yatan “İmparator olacak adamım ben,” hücresi kült kentte uyanabilir. Sivas’ta kahvede oturmuşsun, “İmparator olcek adamdım emme buralara gısıldım galdım,” demek aklından geçse bile ardından de “Get lan, şeytana uyma,” diyen iç kaynanası hemen susturur insanımızı. Ama kült kentte böyle imparatorluk hayali ile dolu birçok genç iş adamı (yuppie) bir araya gelirler, dernek vb. gruplaşmalar içinde memleketin hayrına olduğuna inandıkları etkinlikler ya da hareketler içinde önce küçük halkalar halinde ve giderek büyük halkalar içinde iktidara uzanan yolu katetmeye başlayabilirler. Ayıklana ayıklana varacaklar Kof Dağı’na. Kült kentlerin başarı ve zenginlik hülyası insanlarına Kof Dağların efendisi olma özlemini öğretir.
New York da aynıdır bu konuda. Amerikalı bir arkadaşım alt yapısı felaket, tehlikeli vb. sıfatlarla oradan kalkıp Nevada çöllerinde sakin bir yerde yaşamayı yeğlemiş olsa da, New York iş dünyası da dünya merkezi. İstanbul’da Maslak taraflarında yükselen binalar, vahşi kapitalizmin yeni ikonları, para ve iktidar fetişisti haline getirilmiş insanlarımızın Wall Street’e bağlantısını da gösterir ki bu da onlara gurur verir. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması bu yüzden onlara kafirlik gibi gelmiştir. Merkezi elinden giden işadamı çiçeklerle karşılanan Amerikalının açtığı yoldan Irak’a girecek ve orada da ikon gökdelenler dikecek. Homo homini lupus. Calcedon’lulara (şimdiki Kadıköy) belki de bu yüzden kör mecazı yakıştırıldı, insanın kendi kendini yemesine yol açacak hırstan yoksundular, gözlerinin önündeki verimli toprakları (daha sonraki Bizans’ı) görmüyorlardı. Şimdi Topkapı Sarayı’nın olduğu yerde durup “Bunlar kör olmalı, bu verimli toprakları görmüyorlar,” diyenler “kahinin söylediği yer burası,” deyip yerleşmişler bu yeni topraklara. Onlar görmüş bu topraktaki altını. Ama, eğer marifet mecazi anlamlarıyla topraktaki altının peşine düşmek ve o yerin gelecekte iktidarı elde tutmak, ya da payidar kalmak için önemi ‘görmek’ ise, bu bağlamda adı ilk anılası Fatih Sultan Mehmet’tir.
Kahinin dediği yerin şimdi ve burası olduğuna inanmamız gerekir. Sayısal loto, milli piyango, şans topu oynamalar, biraz dişini sıkıp şöyle ancak zenginlerin gidebildiği bir restorana yılda bir kez de olsun gidebilmek, bir ünlüye dokunabilmek, hatta kucağında bayılabilmek, daha çok iste, size de çıkabilir diyen sistem içinde insanı intihardan alıkoyan bile bile lades oyunlardan bazılarıdır sadece. İnsan ancak gerçek anlamda bedeni ölürken anlayabilir, bu sürecin ölümcül ve nafile olduğunun ya da bu konuda bir nebze fikir sahibi olabilir. Bu sürecin ölümcüllüğünü görmezden gelmeyi şuna benzetebilirim: Diyelim, yaşlanmaya başladığınızı düşünmeye başladınız. Bu hüzünle perdeyi aralayıp dışarı baktınız ki bir de göresiniz, dışarısı bastonla yürüyen bir sürü ihtiyarla doludur. Bu yüzdendir işte, New York ya da İstanbul gibi bu düzenin vitrin mankenleri de diyebileceğim uzaktan bakılası ama dokunduğunuz anda elinizi yakan (dışı sizi, içi beni yakan) kentlerdeki ikon görüntülerden biri de bizlere bu teselliyi, yani “Ben henüz bitmedim, tükenmedim. Benim için ümit hâlâ var” yanılgısıdır, ya da bu yanılgının devamını sağlamak ölmemek demekse o zaman hayatın simüle edilmesini her zaman sağlayabileceğimiz gerçeğidir. (Auster’in Cam Kent’i bu yanılsamayı anlatır, Mungan’ın cam sessizliği de bu yanılsamalar dünyasının eli kulağındaki şiddeti ima eder.) Bu doğrultuda da, Batının vahşi kapitalizmi bir yandan dünya iktidarı yolunda servetin iktidarının elit bir iki bin kişi ya da aile elinde tekelleştiğini göstermemek, mümkün olduğunca gizlemek durumundadır, ama bir yandan da sistemin kölelerine, bahtiyar kölelerine siz de bu azınlık içine girebilirsiniz umudu ile tüketmek durumundadır. Sabancı’nın yerel ağzıyla gonuşmasını niye seviyoruk ki. Ya da kola-turka’yı içtiğimiz zaman Amerikan hülyasını burada da yaşayacağımıza niye inanmayalım ki. Hamam sefasından sonra “Çok şükür my God!” der adam, “Buna da şükür!” demez anam gibi. Çok şükür ifadesinde rüyasını gerçekleştirmiş olduğunu söyler bize, bir de hedonizmin doruklarındayken tanrıya şükretmek gerektiğini de bilir, ama hem Müslüman hem de Hıristiyan gibi yapar bunu. Bu da reklamcıların ikizlik anlayışıdır. Reklamdaki olmak istediğimiz besili Amerikalı Sabancı gibi “bizdendir,” biz de onun gibi olabiliriz demektir, tüketirsek. Mehmet Altan’ın ve Kesişen Yollar (Monster’s Ball) filminin de doğru saptadığı türden yoksul olduğu için şişman bir Amerikalı değildir bu. Bu sevimli ve gürbüz, sağlıklı bir adamdır. Ben de isterim onun gibi olmayı. Önce bizim onların ikonlarına özenmemiz öğretilmiştir, şimdi ise sıradan ama sağlıklı bir Amerikalının gelip bizim hallerimize, bizim kimlik ikonlarımıza (tavla, sepetle alışveriş, hamam vb.) özenmesi yitirdiğim eşeğimi geri buldurtur, kimliğimin dökülen yaldızları bir bir yerine konur ruhumun ego kuytularında. Ha, kola içerken, sevgilimi öperken yaptığım gibi gözlerimi kaparım ben; o sırada birinin, birilerinin atı alıp Üsküdar’ı geçtiklerinin nasıl farkında olayım ki!
Şimdiye kadar öğrendik ki sıradan herhangi bir Amerikalı başkan olabilir. Olmadı ama olabilir, neden olmasın? Bu gürbüz Amerikalı da benim gibi olduğuna göre, kola-turka ile gelen ileti Amerikan rüyasının (ben hülya demeyi yeğliyorum) gizlice altının çizilmesidir. Biz henüz o kadar yıkamadık tabularımızı ama Amerikan sinemasında başkanlar hem dirayet sahibi insanlar, yöneticiler olabilirler, hem de her tür yasadışı, ahlâkdışı ya da şişmanlatıcı (Oscar Wilde gibi) hedonist eğilimleri olabilen herkese, hepimize benzeyen sıradan insanlar olarak gösterilirler. Onların iyisinin başına gelen iyi benim de iyidir, onların kötüsünün başına gelen kötü olaylar, diyelim başkanın bir düzenbazlığının ortaya çıkması ile hapsi boylaması ya da ortadan kaldırılması ve yerine iyi birinin gelmesi, benim de doğrumdur.
‘Retaliation de Dieu’:
Amerikalının memleketine “Tanrının memleketi” dediğini anımsayalım önce.
Amerika milletini yaratanlar: gurur, kibir, kuvvetli hissi deruni, iş görme atılganlığıdır.
Amerika milleti, Nevyork limanındaki hurriyet ilâhesinin dışarıya fırlattığı ışık saçağı
memleket üzerinde bir düstur gibi durmaktadır…
Ben bir Amerikalıyım.
Bu oluşuma gururlanırım.
Amerika Tanrı’nın memleketidir. (Rosen, 13) [bir şeye dokunmadım]
Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki canlanmaya, yani Hitler ve Stalin iktidarlarının son bulmasından sonraki döneme Gilles Kepel’in retaliation de dieu (tanrının rövanşı, misillemesi, intikamı) diye adlandırdığına da değiniyor Huntington (130-141); elbette ki Harvard merkezli kendi dünya görüşü doğrultusunda söyler bunu ki bu dünya görüşü uygarlıkların birbirine düşmelerini de alttan alta kışkırtmaktadır.
Misillemenin taktik olarak kalıcığı içinse kült kentlerin varlığı ve onların her an bir saldırıya uğrayabilir nitelikte ve konumda olmaları şarttır. O kült kentlerin simgeleri ve ikonları ile belleğimizde oluşan değerlere saldırılır. Bu yüzden, ikiz kulelerin devrilmesinden hemen sonra yapılan ve analojik bir anlatı ile misillemenin haklı nedenlerine dikkat çeken İşaretler filminde Mel Gibson (ki casting kurumlarınca Amerika’nın bütün değerlerinin yakışıklı bir cisim ya da beden bulmuş halidir) “evin içine kadar girdiler” der uzaylılar için. İkiz kuleleri devirmek eve girmektir. Kült kentin dokunulmazlığına saldırılmıştır, bunun cezası verilmelidir. Tanrı, kendi memleketinin, ya da kendisinin en gözde kızını iğfal edip ortada yaralı bir halde bırakanların yanına bunu bırakmaz, bırakmamalıdır. Bu tür oyunlarla, yani kült kenti hem taciz edilesi bir narin varlık olarak sürekli olarak teşhir etmek, sonra da misilleme yapmak taktiği yeni değildir, ama hedeflenen nokta dünyanın yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı dinsel uyanışı sürekli de kılmaktır. Geniş kitlelere verilmesi gereken korku ise Çorak Ülke gibi şiir kitaplarından tanıdığımız modernist T.S. Eliot tarafından ifade edilmiştir:
“Eğer Tanrı’nız olmazsa (ve bu Tanrı kıskanç bir Tanrı’dır), saygılarınızı Hitler veya
Stalin’e sunmak zorunda kalırsınız.” (Huntington, 131)
Pek fazla seçeneğimiz yok görüldüğü gibi. Yoksa şiir ustalarımızdan Ali Yüce’nin de dediği gibi “öcü sizi ham yapar”. Her iki seçenek de, Batı’nın tüm dünyaya kötü dikta rejimleri diye tanıttığı rejimlerdir. Bu yüzden de, mümkünse tercihan bakire, “hürriyet ilahesi” gibi dokunulmaz ve kadınsı değerler yüklenerek ve ancak ona ait olursan dokunabilip yararlanabileceğin, onun sütünü sağabileceğin bu Kibele gibi bol memeli kült kentin beslenip büyütülmesi ve sonra da tüm dünyaya evrensel, küreselleşen dünyanın bütün minör kibelelerinin başı olarak tanıtılması gerekmektedir. Neredeyse küre olan gezegenimizin en güzel, en değerli Kibelesi yarışmasında birincilik şimdilik New York’a verilmiştir bile. Bu tacı onun başında tutmak ile Amerika’nın dünya iktidarını elinde tutması eş anlamlıdır.
İşte bu nedenle de, savaş öykülerinde de söylenleştirme (Er Ryan’ı Kurtarmak gibi, ya da Tolstoy’un kendisinin bile ‘Bir daha böyle bir çöp yığını yazmayacağım’ dediği Savaş ve Barış gibi.) yoluna gidilir. Batı yapıtlarında Batılı güçler karşısındaki ‘düşman’ her zaman dünyadan temizlenmesi vacip ya da etkisiz kılınması şart ötekidir ve Batılı ülkeler, V. Davis Hanson’un da kitabında (Batı Neden Kazandı?) saptadığı gibi, savaşı ya da katliamı bir kültür öğesi haline getirmişlerdir, özellikle uzantısı bugünkü ABD başkanının diline vurmuşluğu ile kendini gösteren bağnaz ve yobaz Haçlıların tarihini iyi incelemek gerektir. “Thukydides, Syracusalıların Atinalılara karşı çok iyi savaşmalarının nedeninin, onların da özgür bir toplum ve ‘Atina kadar demokratik’ olmalarında görür. (Peleponnes Savaşı) Özgür toplumların savaşta kendilerini en çabuk toparlayanlar olduğu sonucuna varır,” ve Syracusalıların Atinalılara benzediği için onlarla iyi savaştıkları tanısını getirir. (Hanson, 368) Özgür toplumdan anlaşılan ise yine kült kentlerin aurası etrafında saltıklık ve olmazsa olmazlık kazanan kapitalist düzenin yitirilmesinden doğacak korkuyu da ‘bonus’ olarak yanında verdiği ödülleridir:
“Kapitalizm sadece ticaret değildir. Sigortacılık, şirketler, muhasebe, hisse senetleri,
faiz, özgürce ulaşılabilen bilgi ile mülkiyet ve karın hükümet tarafından resmen
korunduğu gelişmiş bir altyapıyı da beraberinde getirir. Zorlayıcı bir merkezi devlet [ki
benim bodyguardlarımı kastediyor], milyonların damak tadı ve gereksinimlerini dolaysız
olarak bilemez, ancak şöyle böyle tahmin edebilir ve genelde göz ardı eder.” (Hanson,
233)
Dolayısıyla, kült kentler kapitalist ideoloji içinde özel girişimciliğin de korunması gereken akropolis’idir. Dünya Ticaret Merkezi’nin yerle bir edilmesine birçok kişi gibi benim de “Kapitalizmin kabesi yıkıldı” diye yorumlayışım bundandır. Ama bu niteleme, kapitalizmin yıkılacağı sevincini yaşamamı engeller çünkü Amerika da çok iyi bilir ki yeniden ve daha iyi inşa edebilmek için yıkmak gerektir. Yeniden inşa içinse, kült kentlerin koruyucusu başkentler ve o başkentlerin kurumları iş başındadır her zaman.
Washington kimi insanımız için sadece portakalın bir türüdür. Adı ‘vaşington’ madem, niye Türkiye’de yetişiyor? Süper devletin egemenliğinde çocuklarımıza bile bir dönem Dallas dizisinin adlarını verdiğimizi anımsarsak yiyecek, giyecek endüstrisi ürünlerinin Amerika’dan mülhem olması şaşırtıcı değildir.
Süperlikte bir terslik var galiba. Baksanıza Ajda da süperstar. Ama o da daha sonra mega, şimdi de diva oldu. Diva’dan da büyük olmak için ne bulunacak, Kibele mi? Şaka bir yana ABD’de süper devlet imajını ve çağrışımlarını Ajda gibi sürekli olarak değiştirmek zorundadır. Bunun için de dünyaya yaydığı Amerika imgelerine dikkat eder. New York, serüvenci yürek ve beyinlerin gitmesi gereken ilk yerdir, bunun da gerisinde Washington’ın yıkılmaz koruyuculuğu, beyinleri, devletin bireyin özgürlüğünü, insan haklarını korumakla yükümlü kurumları bulunur. Pentagon gibi kurumlara gelen bir saldırı bu kurumun bütün çağrışımlarına, vatana, yuvaya saldırı anlamına gelir ki misilleme Allah’ın emridir.
Ankara’yı hiç görmedim diyen Beykoz’lu bir çocuk, “Bir gün gelecem Anıt Kabir’i görecem. Sen görmüşsündür, di mi?” dedi bana. Ankara’ya gelen kaç kişi cumhurbaşkanlığı köşkünü görmeye gider bilmem, ziyaretçilere açık mıdır, onu da bilmem, olsaydı bilirdim ve giderdim, ama Washington’a giden biri Beyaz Saray’ın önünden geçmeden etmez, önünde durup “Aaa, filmlerde gördüğüm saray bu demeeek!” diye ağzını ayırmadan, önünde bir foto çektirmeden de oradan ayrılmaz. Beyaz Saray’a benzeyen bir sürü ev var Amerika’da ama bu beyaz ve dolayısıyla da masum bu evde başkan, yani dünyanın başkanı ve first lady’si oturuyor. Kimse Beyaz Saray’a bakıp da “Şu Teksas’lı katil ile onun götü boklu kaknem karısı burada oturuyor,” demez. Çünkü beynimiz bunu diyebilmek üzere çalışmayı öğrenmedi, belleğimize Bush’un katil olarak kaydolması da biraz zor, en iyi olasılıkla “salaktı” diyeceğiz, fıkralar katiller için yazılmaz. Kimse Başkan’ların, onların oturduğu masumiyet rengindeki devasa evlerin arka bahçelerindeki kurumsallaşmayı ve bu kurumların nice canları katli vacip kılan bahane, mazeret ve tesellilerini defalarca işleyip milletin huzurunu kaçırmayı düşünmez.
Ankara& Washington ulus olduğumuzun, birlik ve beraberlik içinde yaşayıp gittiğimizin ve marşlarla ve bayrakla özdeşleşen anlamlarda da vatan ile vatanseverlik ile de yakından ilintilidir. İster CIA’nin yetiştirdiği Usame, ister başkası yapmış olsun, bu yüzden işte, sadece ikiz kuleler değil, pentagon da saldırıya uğradı. Birçok kişi 11 Eylül olaylarından sonra, benzer bir saldırı Türkiye’ye olsaydı, İstanbul’da ya da Ankara’da bu kentlerin anlamlarını ilelebet payidar kılacak hangi ikonlar saldırıya uğrardı diye düşünmüş ve tasalanmıştır.
Kentlerin savunması da yine aynı sebepten hep önemli olmuştur. Önce taş surlar, şimdi radarlar, belki ilerde fantastik bilim-kurgu edebiyatı ya da sinemasında olduğu gibi ışın kalkanlarına toslayacak düşman.
Kült Kentlerin Popüler Kültür Ürünlerindeki Tezahürü:
Tarih kitapları da tarih kitabı iddiası ile değil de salt o kente sevgiden yazılan kitaplarda ya da yapılan filmlerde, düzülen şarkı ve türkülerde, hep o kült kentin mitleştirilmesi, söylenleştirilmesi sağlanır. Bu söylenleştirme biçemine örnek olarak Woody Allen’in NY filmleri gösterilebilir, Yahya Kemal’in İstanbul şiirleri, M.Nurettin Selçuk’un besteleri…Sanatçılar hem bu kentlerin kültleşmesine katkıda bulunurlar, hem de o külte ilişkin bir iki yapıt da kendileri bırakmakla o kültün simgelediği kutsilik ve kentin ikonlarının tümümün geçmişinin getirdiği bir yekpareliğin (sosyo-fugal) parçası olduğunu da düşünürler.
Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak. Kastedilen yaş, hasretten, aşk acısından kaynaklı değildir. Mustafa Kemal’i ve Kurtuluş Savaşımızda yitirilen canların anımsanması ile gelen yaşlardır bunlar. Ankara’dan abim gelir, sevgilim gelmez, öyle olsa orası İstanbul olurdu zaten. Ah İstanbul, İstanbul olalı hiç görmedi böyle keder, geberiyorum aşkımdan kalmadı bende gururdan eser, derken Sezen hepimiz keyifle dinleriz. Böyle bir şarkı Ankara için yapılmaz. Düşünsenize “New York! New York!” şarkısı bizim de dilimize pelesenk olmuştur da Liza Minelli gibi söylemeye çalışırız bu şarkıyı. “İstanbuul, İstanbuuul, taşın toprağın altın” diye sözleri olan bir şarkı ile Örovizyon’a bile katıldık. Sanatçılar da bilir ki kült kentleri yaşatmak için onu yaşatan imge ve simgeleri yüceltmek, replikasyon mitleriyle etraflarında örülen hareleri daha da mistikleştirmek gerekir. Hal böyle olunca da, kimse “Washingtooon, Washingtooon,” diye ya da “Ankaraaa , Ankaraaa” diye aşkla, hasretle söylenen ve vuslat arzulayan, kısacası duygusal belleğimizi gıdıklayan şarkılar yapmaz. Çünkü ikon kentler Bodyguard filmindeki mega star Whitney Houston gibidir, başkentler ise onu koruyan bodyguard’ı, güven uyandıran, sırtımızı dayamaktan bir an bile çekinmeyeceğimiz ve giderek bağlandığımız yakışıklı aktör Kevin Kostner gibidir. Houston filmde, koruması olmadan ödülünü zor alırdı, orada öldürülüyordu az kalsın. Sezen de Goran Bregovich konserine dev gibi korumalarla gelmişti de Bedia Akartürk’ten iki parmak daha uzun olduğu fark edilmemişti Minik Serçe’nin. İkonlar vitrini oluştururlar, vitrini kırıp da içindeki mankene tecavüz etmesin diye de bir kurallar, yasalar, kurumlar örüntüsünü simgeleyen birileri lazımdır. Washington ile Ankara işte bu vitrinin arkasında onu gözeten sağlam adamlar gibidir.
Popüler kültür, medya ve tüketim endüstrisinin reklamcılık gibi sektörleri binlerce yıllık bir belleği kullanırlar. Sertab Erener’in Örovizyon birincisi olan ve sevgiliyi yeniden elde etmek için her şeyi yapacağını hırsla söylediği şarkısı bu yüzden Topkapı sarayında görüntülenmıştır. Batı bu sarayı bilir. Klibin Ankara’da ve Altındağ gecekonduları arasında çekildiğini düşünsenize. Gecekonduda oturanlar bile inanmazdı Sertab’ın dediklerine. Çünkü yaşadıkları gerçek fazla gerçektir ve burada bir şeyler filizlenmez, sevgiliyi geri kazanmak boşa hayaldir.
İkon kentler ve dostların alışverişte görsün ‘olayı’ (Conspicuous consumption olgusu):
Bütün bu ikonların tarihleri ve öyküleriyle oluşturduğu görkemdir New York’u ya da İstanbul’u kült yapan. “Ben de padişah olsam, beylerbeyi sarayımda otururken ‘Aman canım Allah’ın çölüne mi kafa yoracam, alın sizin olsun Musul’ derdim yani,” diyor padişah olacakmış bir arkadaşım.
Tüketmekle var olduğuna inanmak biraz da nesne-ontolojisi ile ilgili. Kulelere benzer yüksek binalarda oturmak merakı, marka merakı, alışveriş yapmasanız da belli tüketim merkezlerinde görünmek merakı da kült kentlere daha çok mahsus. Kimi tanıdıklarım evlerini tarif ederlerken tower sözcüğünü kullanıyorlar, zaten bu yüksek apartmanın kapısında da bilmem ne tower yazıyor İngilizce. Ama ilk sözcük Türkçe. Yani örneğin, Fikirtepe Tower, Malatya Kayısısı Tower, aliterasyon olsun diye Turşu Tower gibi yani. Elbette, burası Türkiye; düşünsenize Taksim’in orta yerinde kocaman bir Jingle Bells Tower olur mu? Olacak şey değil, elbette bir yanı Türkçe olmalı: The Marmara gibi. Bu uslamlama yeteneğim de bu yazının başlığını herhalde affettirir.)
Durum böyle olunca da, ünlü ya da önemli bir yazar, müzisyen, ya da çok kazanan bir bilim adamı, öğretim üyesi, işadamı vb. olmak istiyorsanız ille de kült kente gideceksiniz ve bu kentin ikonlarına özenerek o ikonlardan biri olmaya çalışacaksınız. Amerika’da New York’un Türkiye’de ise İstanbul’un taşının toprağının altın olup olmadığını anlamadan, bu kentlerde boyunun ölçüsünü almayı göze almadan amaca ulaşılmaz, idealler ya da hayaller gerçek olmaz. Yollar ve kopuşlar hep bu yüzden.
Yalıköy-Beykoz’dan, hem İstanbul’dayım, hem İstanbul’a karşıdan bakıyorum. Yaşlı bir amca Yalıköy otobüs beklerken kendisine hal hatır soran orta yaşlı bir kadına, “İstanbul’a gidiyorum,” dedi. Beykoz İstanbul değil. İstanbul karşısı, Pera.
Şimdi Pera ve ona bakan Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yarım ada Unesco ve Dünya Bankası destekli evrensel miras olarak güvene alınmayı bekliyor, ama benim karşımda her yıl sayısının giderek arttığını gördüğüm gökdelenler, ikizli mikizli, bitiyor yerden. Skyline’ı (gökyüzüne serdiği çizgisi, manzarası) değişiyor kentin. Cami minareleri ve kubbeleri, kilise çan kuleleri, çeşmeler….kıvrımlar, doğaya daha uygun yapılar aralarda yitip giderken, dikey ve fallik binalar, yani para babalarının yatay büyümeleri için yeri daraldı, yeni gelin gibi de nazlanmıyorlar, dikey büyüyorlar. Yakında bu binalar da ikonlaşacak. Atakule Ankara’da eski itibarını (avant-gard’lığını) yitirdi ama yine de uzaktan bakınca fallik fallik hâlâ sırtarıyor Ankara skyline’ında, Sultanahmet camii gibi Ayasofya taklidi olan Kocatepe camii ve otellerin desteği ile şimdilik duruyor yerli yerinde semamın göz hizasında.
Dedim ya, İstanbul virüsünü on bir yaşımdayken yedim ben, bir yandan anamın eteğini tutarken belediye otobüsünün çukurlu arka sahanlığında çarpmasın diye geri durduğumuz “otomatik kapu” açılıp kapandıkça iki Rum vatandaşımızın bacak aralarından gördüğüm an yabancı bir ülke gibi, hayallerimi çalıştırabileceğim bir kültleşme süreci ile girdi içime bu denizli ülke. Herkes ve her şey var bu kült kentte. Ben niye olmayayım ki. New York’u da aynı sebeplerden hâlâ ikinci sırada tutuyorum beni yutabilme olasılığı ve gücünü düşündüğümde.
Kült Kentler ve Görünmeyen İkonlar:
İş. (Business): Erwin Roben “İş puttur,” diyor. (45) Yani görünür putlardan dolardır kastedilen ve kendisini en şık, en gösterişli, büro, büro mobilyası, kimlik kartı, özel telefon numarası, şoför vb. gibi ayrıntı göstergelerle görünür kılan bir ikondur. (Amerikan Manyağı ve romanı hiç değilse salt bu simülakruma, bu sahteliğe getirdiği eleştiri açısından okunasıdır.) New York, dünyanın iş dünyasının merkezidir, bu anlamda da dünya kentidir. Türkiye için de iş dünyasının merkezi, kalbi, beyni İstanbul’dadır. Roben şöyle diyor:
Amerika’lı yaşayışa ait bütün hareketlerini sımsıkı işiyle birlikte ayar etmek
zorundadır. Bütün düşünce ve duygularını işe katmaktadır. İş onun nazarında onun
yüksek heyecanlarını toplıyan kaptır. Sanat ve edebiyat , musiki ve felsefe bunun
için her zaman hoşgünlerde yabancı olan alaimlerdir, bunlar onu arada sırada
teşvik edebilirler. Fakat, hakiki çalışma sahası onun bütün şahsı için – onun işidir.
(45) [çeviri ve imlemeye dokunmadım]
İstanbul’un canlılığı, dinamik oluşu, yirmi dört saat yaşayan bir kent oluşu…tahammülü, dayanıklılığı dışardan gözlenir ama kült olsun olmasın insanların çoğu Camus’nün de saptadığı gibi (33) korkunç bir sıradanlaşmadan mustariptirler.
Ama, bu kült kentteysek, onun kendiliğini oluşturan her şeyi de benimsemek zorundayız. Bu pahalı bir Mont Blanc kalem alıp gömlek cebinize asmak da olabilir, Yeniköy’de motorla telaş içinde iki yaka arasında koşuşturanların sizi gördüğü vitrinsi kafe, bar, gece klübü ya da restoranlarda boy göstermek de, hem de “yalılarından memleketi yönetemeyenlerin” ulaşılmaz yakınlığında, ulaşmamız gereken bir hedef olmalıdır. Çünkü ancak böyle yerlerin manzarası daha güzeldir, hayat gibi cıvıl cıvıl deniz manzaralı bir yerde yemek yemek gibi var mıdır? Orada hem yerim, hem eğlenirim, hem de seyreylerim alemi. Alem de beni seyreyler. En doğal haklarıdır bakmak. Baksın bana halkım ki ben bahtiyar kölenin kölesi oldukları akıllarına gelsin ve benim gibi olmayı istesinler.
İstanbul bu yüzden mi okullar tatil olsa da kalabalık gelir gözüme. Ankara bayramlarda, en kısa bir tatilde bile boşalıverir. Tamam, insanlar kentten kısa bir süre için kaçmak isterler, ama kentin şiddet dolu yaşama biçimini de beraberlerinde götürmezler mi Bodrum’a, Marmaris’e, Çeşme’ye. Yaz sıcağında buraların büyük kentlerden ne farkı vardır ki?
Ankara tümüyle insan ilişkilerindeki samimiyete uymayan, ama onu da paradoksal bir şekilde koruyan bir merkezdir. Bürokratik üslubu gereği sanki sizden her nüfus cüzdanı sureti, damga pulu isteyecek gibidir. Genel Kurmay Başkanlığı, Meclis, Danıştay, Sayıştay, DGM ne ararsanız hepsi buradadır ama maruzatınızı iletemezsiniz devletlulara. Ankara, bu yüzden özgür kızlara, oğlanlara itici gelir, onların ruhuna gecenin matemini doldurur, ama herkes oraya gittiginde Anıt Kabir’e gittiğini söylemek ister. Kentler simgeledikleri ne ise o değerin görev ve ödevlerini de hep ima ederler belleğimizde.
Bir başka deyişle, çoğunluğumuz kült kent istanbul’da ikamet ediyor olmamıza karşın, Ankara’ya gitmek isteriz ve oranın ikonları önünde ‘Bizler buraya aitiz, bu ikonların temsil ettiği, simgelediği bütünün sakinleriyiz, üyeleriyiz, hatta neferleriyiz,’ anlamına gelecek eylemlerde bulunuruz. Çünkü hiçbir ülke, ister Amerikalı, ister Türk olsun, istemez bu şafaklarda yüzen al sancağın sönmesini. Al, hem Amerikan, hem de Türk bayrağında bulunan renklerdir. Hilâl ya da yıldız tamamlayıcı ayrıntılardır. Yani İslamiyet ya da Hıristiyanlık, bunlar ikincil önem taşır bellekte. Aslolan, o bayrağın simgelediği ve kült kentleriyle donandığı ve bodyguard başkentleriyle de korunduğu bütüne aidiyettir.
Eğer bir gün, New York kült kent merkezli, ama Washington bodyguardlı bir küreselleşme herkes tarafından kabul edilirse ve bu merkeze bağlılık yadsınamayacak, karşı çıkılamayacak boyutlara gelirse, ki ABD bunun için canla başla çalışmaktadır, İstanbul, Ankara vd., ana merkeze, uterusa bağlılık yemini etmiş demektir. Irak’a asker göndermenin doğru olduğunu söylemek de bu yolda atılmış adımlardan biridir.
Kült kentlere ait olmayı yeğlemeyenler, ya da bir şekilde bu merkezlerde toplanamayanlar ise kendi mikrokozmik agoraları, ikonları içinde, sadece ve sadece makrokozmik kült iktidarın ya da devletin ikonlarını beslemek üzere vardırlar. Örneğin, Miami, örneğin İzmir, örneğin Los Angeles, San Fransisco, örneğin Antalya. Bu kentlerin de İstanbul ya da NY denli güçlü kültleşme yolunda imgelerini tekrar tekrar gözümüze sokmaları gerekir.
Bir filmde görmüştüm, yaşlı bir polis eskisinin genç sevgilisi, adamın Meksika’ya gitmek isteğini olumlu karşılar. Niye gitmeyelim ki, hadi, diyerek. Adam da param yok der. Kız da New York’a gelirken insanın parası olması gerekir. New York’tan giderken fazla paraya gerek yok. Galiba İstanbul için de geçerli bu. Kült kentler pahalı olur ve öyle olmasa da insana çok para harcatır. Masraflı bir burjuva kızı gibidir kült kentler. Ona aşık olursanız yandınız. Ödülü ile bedeli aynı anda gelir. Belki de bu yüzden kimilerine göre kült kentler “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısının öznesidir. Ben örneğin, hâlâ yazları bir iki ay göze alıyorum kült sevgilim İstanbul’u. Emekli olunca, inşallah diyorum, şimdi işi gücü bırak git…olmaz. Daha zamanı var (hani ölümsüzüm ya!)
Zamanların Belleği Olarak Kült Kentler:
Kült kentler ile kültleşmiş ve hatta neredeyse kiçleşmekteki bir Van Gogh ay çiçeği, ya da bir Vivaldi dört mevsimi gibidirler.
Kült kent, simgelediği bütünün, diyelim Türkiye’nin haber niteliği taşıyan olaylarının çoğunun gerçekleştiği ve bu olayların günü gününe tarih ile beraberliğinin ta kendisidir. Bu beraberlik kült kentin kendindeliğinin (self) karakteristik bir parçasıdır. Bilimsel ya da sanatkârane fikirler orada buluşurlar, karşılaşırlar, tanışırlar. Hayalgücünün taşındığı ve kendini kanıtlaması gereken yerdir kült kentler. Bu yüzden orada, gerçek ile hayal sürekli olarak sorgulanır. “Ah İstanbul yaşanmıyor geceleri,” der bir arabesk şarkı, ya da Sezen kenti kişileştirerek “Ah İstanbul, İstanbul olalı hiç görmedi böyle keder,” der kenti kendi çektiği aşk acısına tanık bir bilge gibi betimlerken. Tanık olan Niğde olsa, Çemişgezek olsa bu aşk bu denli yüce anlamlar taşımaz. Çemişgezek’te yaşanmış bir aşka bile İstanbul yakıştırması yapılmalıdır ki zamanların belleğinden gelen anlam ve yananlamlar ile birlikte aşkımız biricikleşsin, böyle aşk yaşanmadı diyebilmek için ki herkes buna inanır, ne paradokstur ki mutlaka ve mutlaka kült kentlerin icazetinin alınması gerekir.
İstanbul, bunlara ilaveten, Doğu ile Batı arasında bulunuşu, ki bana göre coğrafi anlamda dünyanın merkezidir ki bu merkezin merkezi de Kız Kulesi’dir (ne yazık ki Şiir Cumhuriyeti olması yerine ki o zaman dünyanın her yanından şairlerin dünya barışı için çabaları bu coğrafi merkezde gerçekleşecekti…yerine halkımızın gidemediği lüks bir restorana dönüştü…bu da bir anlamda antik kentlerdeki merkezin merkezinde bulunan tapınak ya da mabetimsi yapılarda halkın oturmadığı, ayak bile basamadığı kuralına ne yazık ki uygun.) Antik dünyalar ile yakınlığı, doğu ile batı kadar kuzey ile guney arasında da bir köprü oluşu, yani bir kavşak kenti olarak birçok kültürün yolu üzerinde ve doğal olarak da izlerini bıraktığı bir dünya kentidir. Tarihi daha kısadır ama New York da aynı yoldadır. Tarihin zamansal uzunluğu Istanbul’unki ile kıyaslanamaz ama daha kalabalıktır, daha geniştir, kapitalist ve emperyalist anlamda küreselleşen dünyamızın merkezidir, ve bu merkezin merkezi de Ground Zero’dur artık. 11 Eylül 2001’e kadar Dünya Ticaret Kulesi idi, şimdi yerinde yeller esen, ama kısa bir süre sonra etrafında onu destekleyen küçümen gökdelenlerle çevrili tek bir görkemli gökdelen ile mimari anlamda da o yapılacak binanın merkezler merkezinin merkezi anlamı kafalara yerleşecektir.
Bir Beden Olarak Kült Kentler (Guarding the body):
Kenti bir beden olarak düşünürsek, süsleri anıtlar, heykeller, iktidar değiştiği anda yerle bir edilebilir. Bayrak kadar, nerede, kimin safında olduğunuzu belli eder anıtlar, heykeller. Apokaliptik ya da distopik bilim kurgu yapıtlarında da (örneğin Yapay Zeka’da ya da Maymunlar Cehennemi’nde ya da Derin Darbe) bu yerin New York olduğunu hemen anlarız, Abide-i Hürriyet’in kafasına taç gibi giydirilmiş ziyadan, ya da ikiz kulelerin uçlarından, Empire State ya da Chrysler binalarının belleğimize kazınmış alev ucu gibi zirvelerinden. Bu görüntüler, ama doğal bir felaket, ama düşman saldırıları ile yok edilmiş bir kült kenttin kalan sağlarının arta kalanlar ile yetinip yaşama ve o yere aidiyetlerinin sağlanması için şarttır; aynı zamanda da, izleyene bu ikon heykel ve anıtlarla kutsileşen bu kült kent her an yok olabilir, ona iyi bakın, gözünüzü açın ve ötekini ortadan kaldırın, ya da tamamen yok edemiyorsanız bile hiç değilse GO oyunundaki gibi (Akıl Oyunları filminde olduğu gibi) etrafını çevirin ve onu hareketsiz ve zararsız kılın alt metni de gizli mesaj olarak geçer. Tıpkı Dövüş Kulübü’nün sonunda herkesin pek hoşuna giden gökdelenlerin yıkılış sahnesinde, şizofren Edward Norton içindeki kötüyü (Brad Pitt) öldürmek için ağzına tabancayı soktuğu (oral ilişki ile içindeki ötekini yok ediyor gibidir) ve patlattığı anda içinde bulunduğu gökdelen yıkılmaktadır ve geride de anıtsal nitelik kazanmış ve bir kimlik ve tarih edinmiş yapılar da sallanır. Bu kıssa biterken de, izleyici hem büyük bir keyif ve rahatlama ile çıkar sinemadan ama aynı zamanda da “içinde bulunduğun düzeni yıkmak üzere ikonların altına dinamit koyarsan, aslında kendi altına koymuşsundur dinamiti” hissesi, gizli ana fikri, alt yazı olarak beyninizden geçer.
“Anıtsal yapı ve heykellerin iktidar simgeleri olarak işlevi, Sovyetler Birliği yıkıldıktan
sonra Stalin ve Lenin heykellerine karşı gösterilen tavırdan da bellidir.” (Emiroğlu, 493).
Angelopoulos’un unutulmaz filmi Ülis’in Bakışı’ndaki Tuna nehrinden dev bir Lenin heykelinin hüzünlü geçişi gibi.
Hal böyle olunca da, ideoloji kendisini heykel ve anıt gibi ikonlarla da göstermek, anımsatmak, unutturmamak durumundadır. Unutturmak için de tam tersi uygulanır, bu anıtlar yerle bir edilir, ortadan kaldırılır, Saddam heykelleri gibi, Rusların Kars’a diktikleri heykel gibi (Emiroğlu, 491); ortadan kaldırılamıyorsa tamamen onarılır ve orada olanlar olmamış gibi yaşama devam edilir (Sivas’taki Madımak oteli gibi). Toplumsal nesneler de diyebileceğimiz bu simgeler, o kent sakinleri için ontolojik şeylerdir ve şey-ontolojisinde ya da yapı-ontolojisinde taşıdıkları kimlik özellikleri sayesinde güven vericidir, mekanı sürekli kullanan kişiler için aidiyet duygusunun garantörleridirler ve ikon anıt, ya da mekan daim oldukça, kişi de ölümsüz olduğunu düşünecektir.
“Bununla birlikte, bu tür ampirik olaylar grubu, tek bir kendiliğe dayanarak
açıklanamazlar. Hiçbir kendilik, kendinde tüm bir ampirik olaylar sınıfını yaratacak
nedensel gücü barındırmayacaktır. Onun yerine farklı toplumsal ve doğal kendilikler
arasındaki etkileşimi araştırmak gerekir; bu kendiliklerin oluşturduğu birleşik güçler,
inceleme altındaki ampirik olaylar dizisini üretecektir. Daha doğrusu, kendilikler arasında
çok anlamlı bir karşılıklı bağımlılık vardır, öyle ki bazılarının nedensel güçleri başka
kendiliklere ait güçlerin gerçekleşmesi için gerekli koşulları oluşturmaktadır.” (Urry, 99).
Yine bu kendilikler sayesinde, kentin insanları kendilerini o kentin belli simge ve ikonları ile özdeşleştirip empati yoluyla belli bir geçmişten güç alıp ontolojik güvene kavuşabildiği gibi, o güvenin tehdit altında olabileceğini de hiçbir zaman göz ardı edemeyeceğini belirtmiştim. O kentte yaşayan herkesin ontolojik merkezine yakışan bir simge (Empire State Binası, Kız Kulesi, Jefferson Memorial, ya da laikliğe gönül vermişse Anıt Kabir) kendiliği içinde çokkültürlü yapılı kült kentteki bütün kendilikleri soğurur. Kendi mahallesinde, örneğin China Town’da, Harlem’de, Sulukule’de, Altındağ’da kayıtsız şartsız bir aidiyet ve kendilik özgürlüğü yaşayabilen birey kentin herkese ait bir merkezinde “bizim gibi insanlar” “yabancılar”, ya da “dışarıdan gelenler” gibi sınıflandırmaların kendilik tanımlarına toslarlar ve ama renkleri, ama çekik gözleri, ama uzun saçları, japone kollu giysileri vb. o uzamda garip karşılanacak bir özellik yüzünden yerellik dışına düşerler. Yerellik etkisinin, “sadece ‘yerel olarak türevlenmiş farklı toplumsal kendiliklerin bağlantılarının, bir yere özgü olabildiği zaman’ oluştuğu görülür. Bu nedenle, görece basit bir nosyon olarak görülen ‘yerel’, aslında oldukça karmaşıktır ve bir toplumsal ve mekânsal süreçler karışımının çözümlenmesini gerektirir.” (Urry, 107)
Greider’in de Tek Dünya adlı kitabında dikkat çektiği (639) paraya tapmanın neredeyse bir din gibi algılanması ve sahipsiz ya da iktidarsız servet inancı da bu türevlerden başta gelenleridir. Greider, bu tanrının başarısız olmasını ümit eder kitabının sonunda, çünkü ancak o zaman insanoğlu tabir caizse, putlara taptığını yeniden anlayacaktır, üstelik de din kurumlarının kutsileştirerek icazet verdiği yeni ikonlara tapınmaktadır, eski korkular, mitoslar, efsaneler ve masallarla yaratılan belleğimizle. Greider’in dileğinin gerçekleşmesi için, yani insanoğlunun şey-ontolojisi merkezli yaşadığı sürece bahtiyar köleler olarak telef olduklarını anlamaları ve yeryüzünün başta su olmak üzere doğal kaynaklarına egemen olmak isteyen başta İngiliz ve Amerikan Anglo-Sakson illeti iktidar odakları tarafından en az iki bin yıldır nasıl manipüle edildiklerini anlamaları için, bütün bu düzeneğin üstüne kurulduğu ve kentleri kültleştiren, ikonaları tanrısal simgeler haline getiren ve daha önce de kesin belkiler diye nitelediğim bütün Batı belleğinin, o mitosların, efsanelerin, masalların öğrettiği ontolojik paradigmalar bütününün imha edilmesi şarttır. Ancak o zaman, “insanlar her şeyi bir kez daha açıkça görebilecek, kendi hayatlarının sorumluluğunu bir kez daha yüklenecek kadar özgür olabilirler ve daha çok şey vaat eden bir geleceği örgütlemeye başlayabilirler.” (639)
Sonuç olarak; devlet ve iktidar kavramları düşünüldüğünde İstanbul ve New York City gibi kült kentler vitrindirler ve bu vitrinlerin camlarının kırılmaması ve cümle aleme titiz bir şekilde korunup yedi ceddimizden gelip yine yedi gelecek kuşağa aktarılması gerekliliği hep aşılanır bellek mekanizmaları tarafından. Bu anlamda da kült kent, ülkenin agorasıdır, orada bulunmak dostların sizi gibidir. Mikrokozmik düşünecek olursak da, kült kentte oturanların bir şekilde o kült kentin merkezi sayılabilecek ve orada göründükleri takdirde var olduklarına inandıkları birtakım agoramsı merkezler olmalıdır. İstiklal Caddesi, Tunalı Hilmi, Beşinci Cadde ya da Washington’daki…. gibi. Ben oradaydım demek herkesin harcı olmalıdır. Yıkılan ikiz kulelere çıkmış olmak sizi seçilmişler sınıfına bile yükseltebilir. “Aziz ve yaralı kentin ikon ikizlerine sen de mi çıkmıştın? Vay be. Biz neyiz peki? Zavallılarız biz ya. Bırakın İkiz Kuleleri, Kız Kulesi’ni bile aldılar elimizden.” Hayıflanmak, imrenmek hülyayı canlı tutar. Öğrenip de geliriz tavlayı ki yenelim bir kez olsun, kâm alalım bu hayattan diye.
Öteki kentlerin de kendi mikrokozmları içinde aynı yapılanması bulunur, çünkü o köyün, o kasabanın, o kentin, ama kült olamayan kentin, sakinlerinin de bir aidiyet duygusu taşıması gerekir. Bir köyde, insanların görünür, yani hayatta olduklarını göstermek için gittikleri kahve, meydan, gar, hamam, Belediye Meydanı, kunduracılar sokağı, keçeciler çarşısı vb. yerlere gitmek (Mac Donalds da olabiliyor) ile Taksim Firuzağa’daki sanatçıların gittikleri cami altındaki kahve, ya da New York’ta Greenwich Village’de bir kafeye, Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’ne, Çankaya ya da Gaziosmanpaşa’nın pahalı mekânlarına gitmek arasında işlev ve anlam arasında hiçbir fark yoktur.
Peki ya oralara gidemeyenler yok mudurlar? Yokturlar; var olsalar, var olduklarına inansalar, özenmezler çünkü.
Yok olmayı kimse kabullenemez ve kent kült olsun olmasın, salt kendisine ait bir oda, bir sokak, bir mahalle, kısacası bir koza oluşturur.
İşte bu yüzden İzmir’de bir ay boyunca kaldığım kurtarılmış travestiler mahallesinde polisin hükmü yoktur. Çünkü orada olanların, mikrokozmik yapılanma içinde kendi sorunlarına kendi çözümlerini bulma yetileri, becerileri de vardır. Bu mikrokozmdaki herhangi bir infilak, bütün kürenin varoluşunu zedelemez. Ne Ankara’yı, ne de İstanbul’u ırgalar, İzmir’in bir ara sokağında bir travestinin öldürülmesi. Bu olsa olsa bir show’cu TV’nin malzemesi olur. Oysa durum, bu mikrokozmdan onun ait olduğu makrokozma bir bir göndermedir. O mikrokozmun ait olduğu, kült kente, yani İstanbul’a, ve onun bodyguard’ı Ankara’ya bir imdat çığlığıdır.
Ama, sultan sağırdır.
Bu analojik eleştiriyi sadece travestiler ya da eşcinseller için yaptığım sanılmasın. Akıllı okur elbette anlamıştır mikrokozmlarında yok olmamak için işçilerin, sokak çocuklarının, kadınların, kente sürgün olanların unuttuğu ötekilerin acılarının mutlaka ve mutlaka bir ikona bağlanması gerektiğini. Bu yüzden, Bülent Ersoy; bu yüzden Zeki Müren, bu yüzden, bu yüzden Müslüm’ün sesi gür, İbrahim’in ki datlı mı datlıdır (İşin aslına bakacak olursak, bence İbrahim Gürses, Müslüm Tatlıses olmalıydı adları).
Bir Amerikalı profesör arkadaşım, İzmir’deki bir konferanstaki konuşmamda, ki Arthur Miller oyunları üzerineydi ve Marlyn Monroe ile evliliğine sadece değinmiştim, konuşmamı bitirdikten sonra yanıma gelip kulağıma şunları fısıldamıştı: ‘Bütün Amerikan erkekleri Marlyn’i ‘s.kmek’ isterdi o günlerde.’ Yani, İkiz Kuleler’e uçakların girmesi ile bir ikonu s.kmek arasında hiçbir fark yoktur. Penetrasyon ya da cinsel birleşme terimleri iktidar ile yakından ilintilidir. Bu analoji ile New York ırzına geçilmiş orta yaşlı bir kadın ise, Istanbul sürekli olarak ırzına geçilen yaşlı bir kadındır.
İkiz kulelere giren uçaklar ister Amerikan oyunuydu ister başka bir odağın, tartıştığım bu değil. Gerçeği tarih bir şekilde yazacaktır. Ama tahmin yürütmekten de geri kalmayayım. Kült kentin, ikonlarından kapitalizmin kabesini yerle bir etmek fikri fiyasko ile sonuçlanmıştır çünkü;
Amerika, bu ikonun yerle bir edilişini, kendi varoluşuna tehdit mihrakları suçlu gösterip misilleme için mazeret olarak kullanmış ve Irak’ı istila etmiştir;
New York, uçakların ikona girmesi ile, bakireliğini yitirmiştir ve belleğimizde babası belli olmayan, ve bir bakireden dünyaya gelme İsa’nın bütün kutsi anlamlarını kuşanıvermiştir bu anlamı ‘Yeni Kent’ olan New York.
Böyle bir ayrıcalığa zaman içinde ikonları sayesinde sahip olan ve kültleşen temenos kent, bu kutsilikle evrensel boyutlarda korunması gereken bir akropol (kimine göre hücre) olur. Bu yüzden de New York, kolektif bellek içinde, kendisinden önce kültleşmiş bütün kült kentlerin özelliklerini edinmelidir, Mezopotamya, Anadolu, Antik Yunan, Mısır ve Roma ya da Güney Amerika uygarlıklarının kült kentlerinin kolektif belleğe yerleştirdiği tüm anlam ve yananlamları kendisine de uyarlamak zorundadır.
Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması, Hıristiyan dünyası için İstanbul’un fethi ile aynı etkiyi yapmıştır ve bu dünya, yani Hıristiyan Batı belleği bu ‘penetrasyonu’ asla unutamamaktadır. İstanbul’un fethiyle Batı ‘emaneti barbar Türklere teslim etmiştir’. İstanbul’un Tophane sırtlarından gemilerin kızaklarla taşınarak fethi ile İkiz Kuleler’e uçaklar ile giriş arasında da hiçbir fark yoktur. Amerika bunu bal gibi bilir. 1453 ile yeni çağ başladıysa, 11 Eylül 2003 ile de bir yepyeni çağ başlamalıdır. Amerika böyle bir yepyeni çağı hedeflemiştir. Ben dedim. Bu olay ardından, ‘11 Eylül Öncesi ve Sonrası Terörizmi Söylemi’ diye –benim de katıldığım—bir PALA paneli düzenlemelerinin sebebi budur. 11 Eylül’ü milat gibi göstermek istemektedirler. Bu küstahlığa, Doğu’nun dingin dimağı, hoşgörü ile bakıyor olabilir. Ama Doğu bir düşünse ve geriye baksa, bütün tarihimiz İsa denen birinin doğuşuna göre zimmetlenmiştir. Müslüman da olsak, Musevi ya da her ne inançtan olursak olalım, tarih söz konusu olduğunda inançlıysanız eğer, son peygamber Muhammedin doğuşunu ya da ölüşünü milat olarak yad etmiyor dünya da, üstümüze Haçlı Seferleri belleği ile saldıran Bush ve onun simgelediği Batılı, Hıristiyan, Emperyalist belleğinin ölçütlerini kullanıyoruz. Yani onlara karşı bir şeyler söylemek isterken bile, M.Ö. bilmem ne tarihte, ne me nem bir katliam işlediydiniz diyebiliyoruz. Diyebiliyoruz, çünkü o sırada o kült kent ve ikonlar ayaktaydı. (Dil esprisi olarak kalsın ama Türkçe’de Muhammed’den Önce’nin kısaltması da M.Ö. Sonrası da aynı. Ama İngilizce’de öyle olmuyor. Neden mi? Before Muhammed: B.M. After Muhammed: A.M. Hiçbir şekilde Batı belleği ile uyuşmuyor bu kısaltmalar; dil farklılıklarıdır aslolan ve insanları birbirine ötekileştiren, bu yüzden de dildir, dil ile ilintili her türlü gösterge mekanizmasıdır dünya iktidarına giden yol. Bu yolda da imgeler, simgeler ve kültleşmeyi oluşturan diğer yapı taşları ikonlar hep beslenmelidir ki bizi beslesin Kibele.
Ve Batı kendi tarihi hep bu kült kentler ve ikonları sayesinde yazabildi ve kendisini bu sayede, yani bu kült kentlerin ve o kentlerin ikonlari etrafına örülü mitoslarla ayakta tutabildi. Eleştirel yaklaşan tarihçiler bile bu tarihin mitoslarını yineleyerek, tıpkı bir pop şarkının nakaratı gibi belleğimize bu sanal gerçekleri kazıdılar.
Nerede okuduğumu anımsamıyorum ama not etmişim bir defterime, Giotto’nun sözünü: “İşaretlerin ateşinin yerine bundan böyle görünüşlerin pırıltıları geçecektir.” Görünüşlerin pırıltıları içinde o yapıtın, o nesnenin dual, ikili bir yapısı olması da evrensel değerlere denk düşmesini sağlar (Ben de bu yüzden yıkılan binaların Dünya Ticaret Merkezi olduğunda empati kuramadığımı söylerken İkiz Kuleler ifadesini kullandığımızda müthiş empati kuruyor ve kederleniyorum, nedeni bu olsa gerek.) Kült kentlerin ikonların bu dualiteye sahip olması gerekir. Bir başka deyişle, bir yandan heybetli biçimlere sahip olmalılar, kutsala yönelmeliler, her geçen gün ya yazınsal yapıtlarda (örneğin Paul Auster’ın New York Üçlemesi) ya da sinema ve müzik gibi diğer popüler kültür ürünlerinde simge olarak duruşları zenginleşmeli; öte yandan ise, olaylara ve dünyada olup bitenlere tanıklık ediyor olmalılar, ya da olup bitenlere insanlar tanıklık ederken bu kentler ve ikonları ile olup bitenleri özdeşleştirebilmeliler, ve empatik ilişki aracılığı ile de insanlar sevinçlerini, acılarını, hedonistçe eğilimlerini, yani zevk ve keyif itkilerini, kısacası cennet ve cehennem kapılarını hep bu ikonlar ile ilintilendirmelidirler. İkonlara yüklenen bu anlam ve yananlamların vardığı tek ve mutlak dürtü ise yaşama kaygısıdır, ya da hayatta kalabilme kaygısıdır. Kült kentler ve ikonları içinde yaşayanlar için de, o kentlere ve ikonlarına dışardan empati kuranlar için de (unutmayalım ki okullarımızda okutulan Yurttaşlık Bilgisi kitabı kapağına New York’taki Hürriyet Heykelinin resmi uygun görülmüştür), geçmişin, zamanların belleğinin izlerini keşfetmek ayrıcalığına sahiptir.
Benim bugün, Türkiye’nin her yanı düşman işgali altında olsa bile geri çekile çekile Ankara’yı kanımın son damlasına kadar savunurum diyebilmemin ilkörneksel ve öz be öz sebebi budur. Ankara, son kaledir. Tıpkı Robert Redford’un kurtarırken ve bayrağı yarım değil de tam, yani sonuna kadar göndere çekerken can verdiğini gösteren milliyetçi Amerikan filmi Son Kale’de olduğu gibi.
Kült kentler ekber rahim gibidirler. Ona gireni yutarlar da ondan. (Söylemimin fallik oluşu kasıtlıdır, feministler, ya da herhangi bir cinsel-istçiler dellenmesinler lütfen. Bu söylem onların da kurtuluşu içindir, çünkü hepsini esir eden bir üst-söyleme parmak atmaktayım burada.) Kentler, ikonları ile bellekte ekber bir rahim gibi beklerler kendilerine girecek olanı. Bu yüzden İstanbul, Türkleri yutmuştur. Hem ödül hem de bedel olmuştur onlara. Bu yüzden işte New York’a giren, onun ekber rahmi içinde yok olmaya mahkumdur.
İkonlar ile Oedipus kompleksi arasındaki ilişkileri de okuyucum kursun bence. Ben söylersem, onların zekâsına hakaret etmiş olurum. Bundan korkarım.
“Hepimiz kendi kültürümüze yeterince uzaktan bakıp, kişi olarak bizi nasıl şekillendirdiğini algılamayı çok zor buluruz.” (Keegan, 29) Yine Keegan’a katılmamak elde değil çünkü kentleri kültleştirip etrafında mitoslardan örülü bir kutsi koruma kalkanı oluşturmak ve bu kalkanı delmeye kışkırttıktan sonra da delinince gelen rövanş karşılaşmaları sonucunda dünyada militarist, milliyetçi ya da totaliter eğilimler ödül diye beklenen umut ya da özgürlük kavramlarının neredeyse tümüyle yeryüzünden silinmesini sağlamak üzeredir, çünkü Bush ile beden bulan Amerikan vahşi kapitalist siyaseti saldırılarını halkına özgürlük adına yapmaktadır.
Sonuç dedim ama şunu da eklemek istiyorum: ustalıklı beyinler bu bellek oyunlarını, ya da akıl oyunlarını çok iyi bilirler ve gerek müfredatlarla ne yaptıklarını, neye hizmet ettiklerini bilmeyen seçkin hocalar sayesinde, ve mitoslar, efsaneler ve masallar ile de beslenen küresel bir iktidara doğru adım adım yürüdüğünü birtakım fitnes fucurusların, ıskalarlar.
Bunu söylemekteki amacım da şudur ki okuyucum çoktan anlamıştır: Kült kentler ve ikonları etrafında örülü bellek iktidardır ve emperyalist amaçlar için kullanılmaktadır. İnsanlara, ötekinin var olması gerektiğini savunan da aynı sakat, kötücül ve marazi bellektir. Yok edilmesi gerektir. Dünya barışı ve huzuru için bütün kült kentlerin ve ikonlarının belleklerden silinmesi gerekir. İnsanoğlu bunu bir gün mutlaka başaracaktır. Mutlak barış ve huzur ancak o zaman aynı kubbe altında gerçekleşecektir. Yeryüzü aşkın yüzü o zaman olacaktır.
Evet Ankara’da oturuyorum, hani o İstanbul’a dönüşü güzel olan bodyguard’a yapışmışım çünkü daha güvenli, daha az karmaşık ve ontolojik güven ve seni tanıyoruz ve seviyoruz bakışları yüzünden öz-imgemi cilalayıp tazeleyip sunduğu için bana. Evli gibiyim Ankara ile. O benim koruyucu karım.
Sana dün bir tepeden baktım da ey aziz Istanbul…yaralı bir kibele gibi göründün gözüme. Her yanı jiletli, falçata yemiş bir kibele gibisin. Hâlâ cazipsin sado-mazo ilişkimiz içinde, çünkü elinde New York simgesi o koca elmayı tutuyor ve beni heveslendirip duruyorsun.
İstanbul, neredeyse kırk yıllık ‘Sezen Aksu’ suretli metresim, seni mesafeli sevmekten vazgeçip göze alıp güzelim koylarından birinde ölmeye yatmaktır dileğim. Sana aşığım ey kült beden, “and I will always love you!”