ZÜMRÜDÜANKA
Göldeki canavarı aramak üzere gittiğimiz Van’da öyle bir karşılandık ki sandığımızdan da önemli olduğumuzu anladık. Doğu Anadolu’nun bu güzeller güzeli beldesini nihayet gezeceğim diye içim içime sığmıyordu.
Başkentten gelen öğretim üyeleriydik biz, farklıydık. Giyim kuşamımız, konuşmamız, yere basışımız, insanlara selam verişimiz, yemek yerken çatalı bıçağı kavrayışımız, bedenlerimizden yayılan buğu, her şeyimiz farklıydı işte. Haşmet akıyordu her yanımızdan. Bize gösterilen ilgi de bunu kanıtlıyordu zaten. Halıcıda, en iyi halıyı, kilimi bir bakışta seçebiliyorduk. Kuyumcuda, yalın zevkimizi onca değişik kuyum içinden işlenmemiş firuzeyi seçerek, altına değil eski gümüşe meylederek, Uzak doğu’dan ithal pırlanta taşlı saat yerine, adı sanı belli olmayan bir çobanın çakısıyla oyup işlediği sıradan taşları seçerek ve biz kuyumcunun ikramı ıhlamuru içerken içeri giren iki büklüm köylünün derdine çare olarak gösteriyorduk başkentli kişiliğimizi, kibar erkimizi.
Köylü, yer yarılsa da içine girsem der gibiydi. Cebinden çıkardığı eski bir madeni parayı memleketlisi kuyumcuya uzattı. Ağzının içinde geveleyerek, “Şey, şıh verdi, ne ider bu?” diye sordu. Kuyumcu parayı evirdi çevirdi. “Beş para etmez,” dedi. Köylü, sanki son ümidi de tükenmiş gibi başını öne eğip dışarı çıkacakken kolunu kavradım, madeni parayı satın aldım. Öyle yapmayıp da haline acıdığımdan cebine biraz para sıkıştırsaydım, adam kendisini dilenci sandığımı düşünür, çok üzülürdü. Biz bal gibi de farklıydık işte. Vanlılar da bunu anlamıştı ve bu yüzden bizi nasıl ağırlayacaklarını bilemediler. Zeytinli yahniler, kavurmalar, tel kadayıflar. Daha ilk günden milyonlarca liralık alışveriş yaptık. Neden çitlerle çevrili olduğunu anlayamadığım kalenin çevresinde dolaştık. Güneydoğu Anadolu’dan göçenlerin konakladığı kamp alanının çevresindeki demirlere asılı ve karakış soğuğunda kemikleşmiş rengârenk giysiler önünde poz poz fotoğraf çektirdik. Bir dediğimizi iki etmedi Vanlılar.
İlk gece, Van Gölü’ne bakan odamda, canavarı düşünerek uyudum. Rüyamda deprem oluyordu ve ak sakallı bir dede beni uyarıp son anda binadan çıkmamı sağlıyordu. Sabahleyin kahvaltıda rüyamı anlattığımda, arkadaşlar hiç şaşırmadı. Gece hafif de olsa gerçekten bir deprem olmuştu. Ben de, onlara göre, yarı uyku halindeyken depremi hissetmiş, sonra uykuya dalınca, gerçekle düşü karıştırmıştım. Bana kalırsa, son derece mistik, gerçeküstü bir şeyler yaşamıştım. Hatta ibr evliya, o kadar kişi arasından beni seçmişti uyarmak için. Arkadaşlarımın bu olağanüstü yaşantımı daha fazla sıradanlaştırıp önemsizleştirmelerine izin veremezdim.
Kahvaltımı çabucak bitirdim ve gölün kıyısında sabahın ilk ışıklarında gezinmeye çıktım. Sis çökmüştü Van’ın ve gölün üstüne. Siste yalnızca kale görünüyordu. Başka bir zaman dilimindeydim. Büyülenmiş gibi gözümü kaleden alamıyordum. Birden, kaleden bana doğru uçan bir yaratık gördüm. Çevremde dönmeye başlayınca gözümü alamadım başındaki rengârenk anten gibi tüylerden, kıpkırmızı kuyruğundan, mavi-yeşil göğsünden. Fır fır dönüyordu çevremde, sonra yükseliyor, bana doğru süzülüyor, yeniden dönmeye başlıyordu. Donakalmıştım. Böyle bir yaratık ömrümde görmemiştim. Çok farklıydı. Hele çığlığı. Bambaşkaydı. Anka mıydı ki? Cebimden çıkardığım ve bir Şıh’ın olduğu söylenen madeni parayı elimde fır fır döndürdüğümün ayrımına vardığımda bir ayak sesi duydum. Beyazlar giymiş, ak sakallı bir ihtiyar duruyordu arkamda. Rüyamda gördüğüm evliyanın ta kendisiydi. Bu uçan yaratığın adını, ne olduğunu o bilmeyecekti de kim bilecekti. Yepyeni bir heyecan kaplamıştı her yanımı. Tipi de iyiden iyiye bastırmıştı. Çok farklı bir yaşantıdan geçiyordum. Ben, seçilmiştim sanki. Sordum:
“Siz buralısınız, değil mi? Buraları iyi bilirsiniz. Söyler misiniz bu uçan yaratık nedir?”
Heyecandan kalbim duracak gibiydi. Yaşamımın dönüm noktasıydı bu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Tüm yaşamımın akışını değiştirecek bir şeyler öğrenecektim. Evliya, bir uçan yaratığa baktı, bir bana ve kendinden son derece emin, tok bir sesle yanıtladı sorumu:
“Ha, o mu? Guş.”
Elimdeki paraya baktım. Bir maden parçasıydı işte. Parayı göle attım. Sonra gördüm: Kuş da gitmişti, evliya da.