NAWÊ TE ÇÎYE?
Öğrencim Cengiz ziyaretime geldi geçenlerde. Nasıl özlemişiz birbirimizi. Sohbetten sonra eve sığamadığımı görünce, “Hocam, gelin İstanbul’a atalım kendimizi, yitelim,” dedi.
Avare yüreğim Cengiz’in gelişiyle iyice azmıştı. Çok geçmedi kendimizi Ortaköy’de bulduk. Ortaköy şenlik. Ortaköy bayram yeri. Ortaköy insan panayırı. Orada yitebilmek için o cümbüşe katılabilmek gerekli, gözlem yapınca olmuyor.
Bir kafeye oturup insanları gözlemlemeye başladık. Garson bizi görür görmez bitti yanımızda. Cengiz’le kararlaştırdığımız gibi verdik siparişimizi.
İki cheeseburger, bir bira, bir kola lütfen.”
Bira bana. Cengiz alkollü içki içmiyor. Sağlığına düşkün. Siparişimizi geldikten az sonra, kapkara gözlerinden şimşekler çakan ama yine de bir omuzları düşmüş çocuklar, ayakkabı boyacıları belirdi. Cengiz’e bir işaretimle ayakkabılarımızı boyatmaya karar verdik. Çocuklardan ikisi kendileri gibi çelimsiz boya sandıklarını sevinçle koydular önümüze.
“Navê te çîye?” dedi Cengiz.
Ben, “Ne diyor bu?” gibisinden şaşkın şaşkın ona bakarken boyacı çocuktan yanıt geldi:
“Hüseyin.”
Cengiz, benim ayakkabılarımı boyayan çocuğa da aynı soruyu sordu: “Navê te çîye?”
“Erdal,” dedi çocuk.
Cengiz, dirseğiyle beni dürtüp fısıldadı.
“Bunlar Kürdo.”
Çocukların yanında Cengiz’i azarlayamadım. Ama o, derslerden bilir. Derin bir soluk alıp burnumdan soluyunca sinirlendiğimi hemen anladı. Bizi izleyen öteki iki boyacı çocuğa de sordu soruyu:
“Hakan.”
“Yılmaz.”
Cengiz meraklı. Çocukların Ardahanlı olduklarını, Erdal’ın on bir kardeşi daha olduğunu da öğrendik. Boya için on bin lira istiyorlardı. Bu parayla ancak bi simit alınır. Sohbet ettim çocuklarla. Sonra yirmi beşer bin lira verdim. Sevindiler. Hoca olduğumu öğrenince başları önlerine biraz daha düştü, saygıdan. Ama okumaktan vazgeçmeyeceklerine söz verirken çok içtendiler, kararlıydılar. Hele Hüseyin:
“Kitap paramı biriktiriyorum zaten. Ben anneme veriyorum. Annem de ihtiyacımız olduğunda gene bize harcıyor.”
Neşem yerine gelmişti. Çocuklar gittikten sonra, biradan birkaç yudum daha aldım. Bulutlu, serin yaz gecelerinden biriydi. Çok mutluyum biliyorum. Biliyorum çünkü herkese sataşmak, şımarmak istiyorum.
“Şimdi bir de yağmur yağsa inceden inceden,” dedim Cengiz’e.
“Aman hocam, incecik üstümüz başımız. Hadi ben gencim. Siz gene hasta olursunuz. Sinüsleriniz malum.”
Sinirlenmiş pozu takınıp baktım muzip gözlerine Cengiz’in. Suratını yarısı gülüyordu. Birayı diktim kafama.
“Bana bak, mendebur velet. Ben senin gibi kaç genci cebimden çıkarırım aslanım. Benim adım…”
Tam o sırada garson yanımızda bitti.
“Navê te çîye?” diye sordum garsona.
“Pardon?” Garson şaşkındı.
Ben gülmemek için zor tutuyorum kendimi. Ağzımın içinde geveleyerek yineledim:
“Navê te çîye?” Garson yine anlamadı.
Cengiz, benim içkili olduğum zaman çocuktan beter çocuklaştığımı bilir. Yine azacağımı anlamış olmalı ki gözlerini belertip kaşlarıyla “Hayır, sakın yapmayın!” diye işaret etti.
Ama artık çok geçti. İçtiğim biradan mıdır, yoksa Ortaköy’ün bol kimlikli büyüsünden midir bilmem, şımarmıştım bir kez. Garsona döndüm, Cengiz’in kaş hareketlerini taklit ederek “Hesap lütfen,” dedim. Garson hesabımızı alıp yanımızdan ayrılır ayrılmaz kahkahayı koyverdik.
İşte tam o sırada indi üstümüze gökyüzü. Şemsiyelerin altına toplandı herkes. Ama yağmur hızlanıyordu, üstelik rüzgâr da çıkmıştı. Yandan, sırtımızdan yiyorduk yağmuru, Sucuk gibi olmuştuk. Açık hava kafenin kapalı bir bölmesi de varmış. İnsanların oraya koşuşturduğunu görünce, “Koş Cengiz, şimdi denize uçacağız yoksa. Koş!” dedim.
İçeri girdiğimizde, Ortaköy’de hep aynı köşede elden düşme kitap satan kıvırcık saçlı gencin de oraya sığındığını gördüm.
Sordum: “Navê te çîye?”
“Özgür,” dedi.
Ben şımarıklığımdan sormuştum. Adı “Özgür” ve kitap satıyor. Sevindim. Daha çok şımarmalıyım.
Midye satıcısı da küçük tezgâhıyla aynı dam altına sığınmıştı.
Ben “Navê te çîye?” der demez, gözleri ışıldadı:
“Adem,” dedi.
Baktım ayakkabı boyacıları Erdal, Hüseyin, Hakan, Yılmaz, hepsi orada. Sanki bütün dünya bir çatı altına toplanmış gibiydi. dışarda garsonlar masaları, sandalyeleri ters çeviriyorlar, şemsiyeleri topluyorlardı. Ortaköy denize akıyordu.
Hüseyin’e yaklaştım, eğilip kulağına bir şeyler fısıldadım. Güldü. “Şimdi öteki çocuklara da söyle, biraz eğlenelim,” dedim.
“Tammam,” dedi.
Teklifimi arkadaşlarına aktardı. Boya sandıklarını Cengiz’e emanet ettik ve kalabalığın içine daldık.
Biz çocuklar, sevinç içinde, bir çatı altında beklenmedik, beklenmedik olduğu için de doğal bir ritüeli paylaşan insanların orasından burasından çekiştirip sormaya başladık:
“Navê te çîye?”
İnsanlar şaşkındı. “Efendim?” “Pardon?” “Ne diyorsun yavrum?” diye karşılık veriyorlardı. Biz de hemen yapıştırıyorduk yanıtımızı, gülmekten kırıla kırıla:
“Zızzzt Erenköy!”
Cengiz’le ben eve dönmek için otobüs durağındayız. Ağzım kulaklarımda. Tuttukları takım galip geldi diye durağın önündeki su birikintisi üzerinden arabalarıyla bile bile hızla geçip duraktakileri sırılsıklam eden gençlere kızamıyorum. Her yanımdan sular damlarken kahkahalarla gülüyorum. Hep ölçülü olmayı meziyet bilen Cengiz de öyle.